12.1.13

matador


Köpekbalığı dişine takılan böğürtlen gibiyim. Zavallı hayvan böğürtleni nerden buldu? Çıkmaz da şimdi o ordan kolay kolay. Zencefil kokusuna bürünmüş, uzun paçalarından kan akan zavallı ben, yeşil ve dalgalı bir denizde savrulan simit gibi yalpalayarak yürüyorum. Koltuk kaplamakla yükümlü ustaların elinden çıkmış makaslar saplı aynalı kapı halimden ne anlar? Merak içindeyim ama park yapılmaz işaretini geçemiyorum. Tüylenmiş sabrım yavaş yavaş kaybolan ejderaha ateşi gibi benden uzaklaşıyor, tahammülüm inci kadar narin. Kemiklerim mantarlar kadar kırılgan, sessizce sonraya dokunuyorum. Ruhuma giydirdiğim gömlek, aya bakarken korkularımı içine sakladığım güvercin sesleri kadar boğuk ve uğultulu. İç boğuntusu, üzümlerin bağ bozumu… Saçlarımı koklar mı acaba? Ölçer mi santim santim 34.421 metre olan aşkımı? İnek, turna, deniz.. Bunların hepsi hayal, hepsi birer lüks. Göğsümde taşıdığım Paris heyecanı, paçoz kıyafetlerle oturup çay içtiğim sandalyem ile farklı renklerde, kim inanır? Telefonun çalmasıyla hırkamın kıvrımları ile kurduğum iletişim koptu, sokaktan geçen şapkalı Finli ile göz göze geldik. Olacak olan 0.3 milisaniyelik bir acı sonrasında gelen kimsesiz gözyaşları ile bulanmış bir şehvet. Vanilya kokulu şehvet yüz yüze yaşanır. Bankada 3 sene saklanıp da artık pırasa sapı kadar değeri olan duygular, canavarlaşıp kükrese ne olur sanki? Derin ve manalı bir uyku içinde denklemi çözmeye çalışmak, kedinin kare kökünü almak, önemli yerleri fosforlu kalemle çizmek… Ne olacaktı sanki, kalp bu kırılıyor işte.