31.3.14

Kanasın dünyam, yansın oldu olacak \ Hiç yaşanmamış günler destanı 6

Gigi: Hey Conor, It's GiGi, I just thought that I hadn't heard from you, and I mean how stupid is it that a girl has to wait for a guy's call anyway, right? Cause we're all equal right? more than equal. more women are accepted into law school now then men. Call me, oh this is GiGi, call me.

Masadayız. Ben uzanıp ekmekten bir parça daha koparıyorum. Hiç çekinmeden ortamızda duran salatanın suyuna banarak oburca ağzıma atıyorum, o esnada söylediğin şeye kıkırdıyorum. Hava serin, deniz kenarında, koyu renk tahta, alçak bir masadayız. Balıkları söylemişiz (çipura ile palamut).

Tabağın kenarındaki bir rokayı elimle alıp ağzıma tıkıştırıyorum. Gökyüzü öyle mavi, güzel bir öğleden sonra. Güneş manzaramızda yok ama henüz batmamış. Kocaman bir kahkaha atıyorum -artık neden bahsediyorsak, garson balıklarımızı getiriyor.


Çatal bıçak sesleri, tatlı da söylesek mi?

29.3.14

Gülüşüne cihan değer, hal hal / Hiç yaşanmamış günler destanı 5

This time
(She loves him)
I'm gonna keep it to myself
(She loves him)
This time
(She loves him)
I'm gonna keep me all to myself
(She loves him)
But he makes me want to hand myself over
(She loves him)
And he makes me want to hand myself over

(She loves him)

Vapura yetişmek için hızlı adımlarla alt geçitten geçiyoruz. etrafa balık ekmek kokusu hakim. -İşte burda, diyorum arkamızda kalan balık pazarını göstererek. -Oturup atmıştım sana o mesajı, bir saniye sonra da sen aramıştın. Minik bir kikirdeme sesi geliyor benden, sakince gülümseyip başını sallıyorsun, arkana, gösterdiğim yere doğru bakarak yürürken.

Vapur gelmiş ama kalkmasına biraz daha var, içindeki yolcuları indiriyor henüz. Gece, günlerden perşembe. Denizin iyotlu kokusu. Derin bir nefes.

Suyun üzerinde sallanıp duran iskeleden vapura binerken, elimi tutmuşsun, tek kişilik biniş iskelesinden geçmeye çalışırken arkandan yürüyorum. İçerisi sıcak, pencereler dev. Kenarlardan birine oturuyoruz. Vapur hareket ederken dışarıya bakıyoruz, cümleler gereksiz. İkimizinde aynı müzik çalara bağlı kulaklıklarımız kulaklarımızda, Man-o-to çalmaya başlıyor. Birbirimize bakıp gülümsüyoruz, kolunu arkadan atıyorsun, elin omzumdan aşağı sarkıyor. Ben de iyice koynuna gömülüyorum gözlerimi kapatıp, sen gözlerini ayrımadan denizin üzerinden köprüye doğru bakmaya devam ediyorsun.

28.3.14

Ratamahatta / Hiç yaşanmamış günler destanı 4

Eğer aşk yoksa insanın hiç tanımadığı bir yabancıyı bu kadar ezbere bilmesi mümkün müydü? Elinde olsa ruhunu ruhuna yapıştırıp üstüne koli bandı sarardı.

Tembel bir pazar sabahı, üzerine pencereden giren güneş ışığı düşen yatağın ucundaki kedinin fokurdamasından başka ses yok. Beyazlar içinde bir yatak. Ucunda tekir bir renk lekesi.

Yukarıdan bakacak olursak, ben yüzüstü yatmışım. Üzerimde pastel mavi askılı bir bluz. Tek kolum yastığın altında, yastığa sarılmışım. Saçlarım kıvırcık ve dağınık, bir kısmı yüzümü saklıyor. Yorgan belime kadar açık, diğer kolum görünmüyor. Ama biliyorum ki yorganın altında ayağım ayağına değiyor. Sen ise sırtüstü yatmışsın, üzerinde kolsuz beyaz bir tshirt. Tek kolun (sağ) göğsünün üstünde, kafan hafifçe sola yatmış. Bir burun profili bahşedilmiş yukarıdan bakan izleyiciye. Boynundaki gümüş kolye cildine dayanmış, bir kısmı da yastıkla boynun arasında kalan o boşlukta nabzınla birlikte minik minik salınıyor. Belli belirsiz. Tshirtünün beli hafifçe açılmış, buğday renkli, lezzetli tenin açıkta. Kedi hala fokurduyor, az sonra uyanacağımı anlamış.

Ben sağdayım, sen solda. Hafifçe uyanıyorum. Sana doğru dönüp, burnumu boynuna saklıyorum, derin bir nefes alıyorum. Sen de hareketleniyorsun. Bacağımı bacağının üzerine atıyorum, kolumu da beline. Sağ kolunu hafifçe aşağı indirerek dirseğimden tutuyorsun. Derin nefeslerle uyumaya devam ediyoruz.

Kedi ön patileri üzerinde gerinip, minik ama dikkatli adımlarla yüzümüze doğru yaklaşıyor. Bel hizamızda kalan boşlukta duruyor, kendini hafifçe sağa atıp yatarak patilerini yalamaya başlıyor. Gözümü hafifçe aralıyıp, gülümsüyorum.

27.3.14

never trust the northern winds / Hiç yaşanmamış günler destanı 3

Hadi gel, bir kere daha deneyelim,
Mutluluk hakkını kaptırma başkasına.
Solfasol otobüsüne binelim sıkışıktır,
Yakın olmanı istiyorum bana. 
Asu gel, bir kere daha deneyelim.

Ya da bir arabanın içindeyiz, yüksek sesli müzik, uzun düz bir yol. İleride kıvrılmaya başlıyor. Güneşli, tatlı, sıcak bir hava. Gidelim.

Gözünde güneş gözlüklerin var, gözlerini göremiyorum. ama yüzünde hayranı olduğum diğer şey, ağzın, tümüyle benim. Dudakların diyemiyorum, çünkü herşeyi ile ağzın; dilin, dişlerin, dudakların. Ve işte Voila! Gülümsüyorsun. Kafanı hafifçe aşağı ve sola eğip, gözlerini kısa bir süre kapatarak. Ufak bir jest.

Yol kıvrılmaya başlıyor. Aynalı ıhlamurlar, biraz çam ve, kestane mi o? İleride deniz var. Denize girip çıktıktan sonra güneşte kuruyan saçlarımın kokusu burnuma geliyor. Camı açıyorum içeriye serin bir çam kokusu doluyor. Kafamı hafifçe dışarı çıkarıp gökyüzüne bakıyorum. Berrak mavi, ağaç dallarında bir parlayıp bir kaybolan güneş hüzmeleri. Müzik setinde son ses Talkdemonic Cascade Locks çalıyor. Kafamı çevirip sana bir şey soruyorum. Saçlarım ters rüzgardan yüzüme yapışıyor, elimle zapetmeye çalışıyorum kıvırcıkları. Bana bakmadan gülümsemeye devam ederek cevap veriyorsun. 

Küçük şişe suyun kapağını açarak sana  uzatıyorum. O esnada sol manzaramız denize dönüyor. Suyu gözlerini yoldan ayırmadan dudaklarına götürüyorsun. Güneş alçalmış, tam yanımızda, ışınları su içtiğin pet şişeden geçerek kırılıyor. Şişeyi bana geri veriyorsun, kolunu dirseğinden kırarak camdan hafifçe dışarı çıkartıyorsun. Sol elin saçlarında, kafan sola yatık. Çam kokusu daha belirgin. Hapşuruyorum. 

26.3.14

Pazara gidip bir eşşek alıp ne yapalım / Hiç yaşanmamış günler destanı 2

"Mümtaz burada, yoldan denize kadar inen büyük kayalar üstünde oturup akşam saatlerini geçirmeyi severdi. Bey Dağları'nın üstünde güneş, sanki kendi ölümünün ayinini ve kendi yaldızdan ve koyu lacivert gölgelerden lahdini hazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrımlarına altın ve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ışık parçaları şuraya, buraya ateşten yarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı. Bu, bir mevsim gibi bereketli, velut saatti. Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgarın, yağmurun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konuşan bir yığın hayal varlık, Mümtaz'ın etrafını alırdı. Ve Mümtaz onların arasında küçücük cüssesiyle, içinde genişleyen hayat idrakiyle bütün benliğini saran o acayip, kökü çok derinlerde, korkunun rüzgarında dağılmağa çalışırdı. Bu, herşeyin ayrı şekilde dirildiği, seslerin kabartma kazandığı, derinleşen, dost yüzünü, sıcaklığını kaybeden göklerin altında insanoğlunun namütenahiye doğru küçüldüğü, tabiatın bize her taraftan -ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibime karış, herşeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun- dediği saatti. Mümtaz bu sesi ta belkemiklerine varıncaya kadar duyar ve manasını pek anlamadığı bu davete koşmamak için küçücük varlığı katılaşır, kendi üstüne kapanırdı.

Bazen de daha ilerilere, denize çok yukarıdan bakan kayalıklara kadar gider, orada yosun bakışlı uçurumun kenarında, durulmuş suyun yeşil ve somaki bir ayna gibi akşamın son ganimetlerine açılışını, bir anne rahmi gibi bu ışık parçalarını alışını ve yavaş yavaş onların üstüne kapanışını, örtülüşünü seyrederdı. Ta yerin altından, ilerleyen ve gerileyen dalgaların sağır gürültüsü, küçük piyanolar, aşk fısıltıları, kanat çırpışları, şıpırtılar, hulasa bilinmeyen varlıkların, yalnız günün bu saati için yaşayan, akşamla gecenin arasındaki geçidi doldurduktan sonra kim bilir hangi sedef kabuğunda, balık pulunda, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksinde uyuyan binlerce varlığın sesleriyle kenarları pul pul, akisleri renkli büyük davetler onu çağırırdı. Nereye çağırırlardı? Mümtaz bunu bilseydi, belki bu davete koşardı. Çünkü suyun sesi, aşkın, ihtirasın sesinden kuvvetlidir. Karanlıkta su sesi insanın içindeki ölüm mayasının dilini konuşur."

İstiyorum ki bir kere de denize karşı uyanalım. Bir adada çimenlere yatalım, göğe bakalım. İstiyorum ki çimenlerin üstünde yatarken bir kere daha kendi kendine bir gülümseme at, kolunu kaldırıp yanından, boyun hizanda kırarak başının altına al. Gözlerini kapa gülümsemen yüzünde kalsın. Ben de "Neden güldün?" diye sormuş olayım.

Sanki "Huzur"dan bir paragraf gibi, Mümtaz'ın denizden aldığı davet gibi mesela sanki. Bir yanım düpedüz saçmalıyorsun derken, diğer yanım da bu davete -koş koş koş! diyor. Kulağımda kayalara vuran dalga sesi, biraz yaprak hışırtısı, kuş ötüşleri. Gökyüzünden bakışlarımı kaçırıp sana doğru yan dönüyorum. Sıcak ve kısa bir uykuya dalıyorum, güneşin altında. Huzur.

25.3.14

Olsaydıysa bulsaydı bir araya gelseydi / Hiç yaşanmamış günler destanı 1

"Demek ki insanlar birbirine ancak muayyen bir hadde kadar yaklaşabiliyorlar ve ondan sonra, daha fazla sokulmak için atılan her adım daha çok uzaklaştırıyor. Seninle aramızdaki yakınlaşmanın bir hududu, bir sonu olmamasını ne kadar isterdim. Beni asıl, bu ümidin boşa çıkması üzüyor..."

Asla istediğim gibi durmayan saçlarım tepeden toplanmış, bin firkete ile çıkan teller yatıştırılmış. Karşımdaki kapıdan gördüğüm yansımadan memnun değilim ama zaten nelerin önemi var ki artık? Hava kararmaya yüz tutmuş, bir gün daha geçip gitmiş işte. Ne yaptığımı hatırlamıyorum o esnada, kitap mı okuyordum, minik ekran karşında tuşlara mı basıyordum, hatırlamıyorum. Tek hatırladığım Lakmé de Delibes - Flower Duet çalıyordu. Güzel bir yaz müjdesi bahar havası çalıyor dışarıda. Yapmam gereken işleri sıralayıp sıralayıp onlara bakarak geçiyordu saatler. Ve tam esnerken kafamı kaldırdım;

Tam karşımda, o güzel dev demir kapının önünde durmuş bana bakıyor. Suratında o çapkın gülümseme, ne zamandır orada? İnanamıyorum. Saliselerle ölçülecek o dar zamanda beyinde şimşekler, kalp çarpmaları. Şaşkın bir ifade ile dişlerini gizleyemeyen dev gülümsememle ayağa kalkıyorum, kapıya doğru gidiyorum. O da alçak kaldırımdan adımını aşağıya atıyor, soldan gelen arabanın geçmesini bekliyor, bana doğru yürüyor. 

Kapıyı açıyorum, dev mutluluk, dev sarılma, burnumda tüten kokunun karşımda vücut bulmuş hali. Nasılsın! iyi misin! ne zaman geldin! neler oluyor! Askıda duran kırışık kıyafetlerden utanarak dükkanı anlatıyorum, masanın üzerideki karışıklığı toplama telaşı, aynada gözüme takılan firketelerden fırlamış saç tutamları. Çaktırmadan kendime çeki düzen vermeye çalışıyorum. Bu esnada sakin, ardarda sıraladığım soruları cevaplıyor. Çay? Kahve? Ne kadar kalacaksın? Koltuğa oturup tavana, etrafına bakıyor, sevimliymiş diyor, ben anlattıkça anlatıyorum.

Programın var mı? Ne yapmak istersin? Aç mısın? Biraz sonra kapatır çıkarız, ne dersin? Çalan telefonlar, cevaplanan e-mailler;

-1sn şunu da cevaplayayım, hemen çıkarız.

Ben ışıkları söndürüken o dışarıda, sokağa bakıyor, kapıyı kilitleyip yokuşu yanyana tırmanmaya başlıyoruz. O, bir şeyler anlatıyor, ben minik kahkahlar atıyorum. Elleri cebinde, ben çantama sıkı sıkı sarılmışım.



18.3.14

Aman efendim, ayrılık ölümden beter

"Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?" İşte o insanın vücudu ile parkta oturmuşuz. Gözlerimin önünden geçip duran, ama durağan olmayan kare kare görüntüler var. Boynumda soluk alıp veren burnunun içinden girip çıkan sıcak nefes, gözlerimi açar açmaz karşımda gördüğüm, o ilk tanışıklığı hatırlatan, aklıma kazınmış, askıda asılı kırmızı kareli gömlek.. 'Sarılma' durumunun keman ile çalınan bu yeni versiyonu adeta bir mühendisin aniden aklına gelen bir caz teorisi. Masanın üzerinde duran tesbihin her bir boncuğu içilen o yarı tatlı şarabın her bir yudumuna denk geliyor olmalı. Beceremediğim o veda sahnesi, benim o büyük çaresizliğim, gözlerimi sıkıca kapatmıştım. Yine hızlıca gelip geçen bir görüntü silsilesi; güldüğü zaman ifadesindeki o değişim, nabızla birlikte atan gümüş kolye.. Bir buçuk kişilik yatağın üzerinden attığım ağlar hasretimin kıyıları, üzerime çizilen çizgiler, ah o eğriler. Oda kırmzı duvarlarla çevrili, yarı aralık pencereden gelen rüzgar perdeleri kımıldatıyor. Alacakaranlıkken bir anda gün doğmuş. Oysa ben en son yüzünde gezdirdiğim parmaklarımın ucundaki hissi hatırlıyorum. İşte o insan vücudu ile parkta bir bankta oturuyoruz. Bana bakarken Pablo Neruda, aklımdan geçen; "Giyinip de, Kuş gibi seğirtirken sen; Kasırga gibi fırıl fırıl, Bir pirinç gülüşüyle gülerken; Türküler çağırdığında; Allak bullak ederken, Atardamarlarını, Dişlerini, gırtlağını, Parmaklarını; Vay ne şirindin, Kahrolurdum ben" dizeleri. Benim aklımdan ne çok kelime, ne çok cümle, ne çok görüntü geçiyor. Aman ne ince bir ruh!

 ..Clara’nın Fındıkkıran için döktüğü gözyaşları onu canlandırır. Bir prense dönüşen Fındıkkıran, Clara’yı kendi ülkesi Karlar Diyarı’na götürür. Karlar Ülkesi’nde Prens ve Clara, kar tanelerinin dansı ile karşılanırlar. Clara, prensin eşliğinde Şekerleme Ülkesi’ne gider. Şeker Perisi’ne farelerle yaptıkları savaşı anlatırlar. Peri, onları ödüllendirmek için kutlama dansları sunar. Son olarak prens ile Şekerleme Perisi birlikte dans ederler. Clara, rüyadan uyanır ve kendisini Fındıkkıran’ı ile beraber evlerinin salonundaki yılbaşı ağacının altında bulur.. 

 Tam karşımda kulağındaki çil, dar bir açıyla seyrettiğim. Şimdi hatırladım o bankta otururken söylenen şarkı, bir elime sessizce bir defne dalı bıraktı. Bir gülüş hatırlıyorum taa 15 Şubat'tan, işte tam o anda, tam da ben o tarafa bakarken bir pervane gibi döne döne düşen yaprak saçlarıma iniş yapıyor. Dalgalı saçlar yaprağı tellerinin arasında kaybediyor sonra başkası bulsun diye. Bardakta duramayıp da dökülen su turuncu pinpon topunun zıplayarak girdiği bardaklardan farklı. O top şimdi çantamda, ona da göstedim. Dudaklardaki bal. Çizgili bir t-shirt giydim. O bal şimdi yanağımda, en son öpülen yer-sol yanak. Bakıştaki soru. Yürürken girilen kol. İnce uzun bir masanın karşılıklı uçlarında, işte size 15 Mart. Uzun parmaklarının yardımıyla ateşlenen çakmağın sigarayı yakışı, karşılıklı sallanmak. Güneş ışığının gözüme hüzme hüzme girdiği gökyüzü ile aramda rüzgardan sallanan ağaç dalları. O dallardan biri hızlıca yerinden koptu, bir ceza gibi geldi ve çarptı, galiba bacağına ya da bacağıma. O esnada ben Ankara'yı ferah ve havadar buluyordum. Kulağı acıtan kulaklıkla dinletilen o sert melodi, halbuki o an aklımdan başka bir şey geçmişti, ama acaba neydi. Sonrası tantra sonrası güzellik. Uyumalar, uyanmalar. Hazır bekleyen dünyanın en nazik kahvaltısı. Koşarak inilen merdivenler öncesinde omzumun üzerinden verdiğim cevap, belki de hissetmiştir. Hem de duvardan bakan onlarca göz önünde. Denizatı pastanesi, beklemelerle geçen bir günün ertesi günü. Kaldırımları yalayacak kadar badeli bir gecenin sabahı. Bir çift yeşile çalan gözün muhtemelen her sabah baktığı baktığı bahçeye bakıp gülümsemek, yaz mevsimine dair temmenilerde bulunmak. Üzerine kokusu sinen o insan vücudunun titremesine şahit olmak yetmedi, yetmez artık. İşte size birçok şeylere ihtiyaç. Ayaklarıma bir baktım ki ayaklarım siyah beyaz desenli bir çift terliğin içinde. İç demişken yine içine bakan bir çift göz geliyor frontal loba. Bu şimdi sadece bir anı mı yani? (Bugün doğanlar için isim önerileri; kız olursa Yaprak, erkek olursa Emin) İki katlı bir evin ikinci katında son bulan şok, yoldan çıkmış bir traş makinası tarafından yanlış kesilen saçın 15 dakika sonra gerçekleşmesi planlanan buluşmayı 150 dakika sonraya ertelemesi. 15 saniyede bir dalınan uykular bileşkesi. Herşey 15. Cüzdandan çıkan bir etkinlik alanı bedava giriş bileti. Dişleri yanyana dizilmiş beyaz başkalıklar saçıyordu, kol kola yürünen o yolda durup arkalarına baktılar. Ve hafif bir rüzgarla gelen rahiya. ilk dokunuş. Sabah dokunduğum parmak uçları, kendimle kavgam, normalden yüksek ayak çukurumun altında ayağı, birbirine sürten 37-46. Karnımdaki el, dudak kenarı öpücüğü, peki o son sarılma bir elveda mıydı? Şimdi dolunay zamanı. Ojyuugoya no teiki ya. Kami gyurasa teryuri. Hare kana ga jyo ni tataba kumo tei taborei.

2.3.14

Man O Tô

saadet zamanı: avluya doğru oturmuşuz, sen ve ben endamımız çift, sûretimiz çift, rûhumuz tek, sen ve ben bulandıran palavralardan âzâde, gamsız bir keyif, sen ve ben sen ve ben, ne sen varsın ne de ben, bir olmuşuz aşk elinden