16.2.13

St-Sulpice! St-Sulpice?


Yanlış telafuz edilen kelimelerle dolu dev ellerinin dipsiz avuçları.  Kendini  solak zanneden bir sağ elin ışıklar içindeki manzara karşısında bile düğmeye bir türlü basmayışı midesine ağrılar soktu. Kulenin sıçrayan su birikintilerindeki yansımasına öylece bakakalmışken üzerine doğru gelen, sıkıntıya gebe, o  fil büyüklüğündeki kestaneyi farketti. Yalandan bir samimiyetle gelip de göğsüne oturan ağırlık eşliğinde gardiyanını bekleyen bir mahkum gibi nemli mavi gözlere dik dik baktı.  Konuşulamayan dillerde öpüşmeyi hayal ederken  'kendi olmama hali' nin vücut bulmuş şeklini o hiç alışkın olmadığı manikürlü tırnaklarında farketti. Şapka büyüklüğünde çorapların eşliğinde söylenen şarkı sözleri o hiç koklanmamış saçlarının dalgalarında kayboluyordu. Öksürük ve ateşler içinde uyandığı o gecelerde meğer rüyalarında Paris metrosunu görür dururmuş, kulağına ölülerin şarkı söylediği beyaz ışıklı trenler. Dikenli deniz kestanesinin parlak kardinal melon renkli etini yerken ağzında hissettiği o garip süngerimsi tadı hatırladı yeşil bir kompartmanda ilerlerken. Naneli çayla ferahlattığı düşünceleri hala canlı istiridyeler gibi tiz bir sesle ölüyordu halbuki. Dürüst olmak tshirtünün üzerinde güvenlik yazan, bırak kalbi üzerine yattığı yatağı bile kırabilen bir adamın seçtiği zor ölümdü.  Tek taraflı dil tutulması ile hiç yaşanamaz hale gelen bu saçma aşk hikayesi vücut sıvılarının kaldırım kenarlarına tükürülmesi gibi kolayca sistemden atıldı. Halbuki bu durum nezaketen de olsa yasaktı. Pabuç kadar dilinin acıtmasa da kanattığı canı metronun renkli koltuklarında kalabalıktan sıkışmış çantanın içinde eriyen çikolata ile hemen hemen aynı kaderi paylaşıyordu. Kara bir toprak parçası üzerinde güneşte oturulan park bankı bir anlık bir yakınlaşma sağlasa da edilen saçma sapan iki cümle dikkatleri içinde ördeklerin yüzdüğü, üzerindeki köprüden turuncu bisikletli güzel kızların geçtiği büyükçe bir su birikintisine sahip, bol tereyağlı kurabiyelerle beslenmiş sağlıklı insanların şehrindeki manzaraya çekti. Yüzen bir barda içilen bir kadeh beyaz şarabın yaptığını kimse ama kimse, hiç kimse daha önce yapmamıştı ona. Bir türlü gerçek olamayan o hayali otel odası, ödemesi gereken borcunun bitmesine daha ne kadar kaldığını bilmeyen adamlarla  ne istediğini bilmeyen kadınlar arasındaki şikayet savaşında ortaya çıkmıştı. Başarısızlıklarla örülü bu hikayenin soğuk, buz gibi soğuk bir havada dua ile hafifleyecek suçluluk duygusu eşliğinde yaşanması gidilemeyen parklarda görülemeyen zürafaların ne kadar umrundaysa o ünlü kulenin altında cirit atan farenin de o kadar umrundayıi aslında. Bok yemenin fransızcası! Mevsim gereği kahverengi suları taşan nehirde sessizce sürüklenip, ıslanıp, parçalanıp, dibe giden ve hatta aslında büyük bir kısmı yok olan o sümüklü mendil parçasının başına gelenler tamamen benim suçum, herşey benim yüzümden oldu. Yağmur yağıyordu da kaybolan eldivenlerim için artık daha fazla üzülemeyecektim.

No comments: