Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın eteklerinde, başka yerlerdeki hayattan bihaber insanların yaşadığı küçük bir köy vardı.
Dağın kasvetli gölgesinde, dışarıdan hiçbir yabancının gelmediği, içeriden kimsenin göçmediği, gözlerden ırak, gönüllere sapa, elli haneli bir köy.
Köyde toprak kurak, hayvanlar çelimsiz. Cırcırböceklerinin ötmeye mecali yok, çiçekler tohum saçmaktan çoktan vazgeçmiş. Erkekler göç edemeyecek kadar yorgun, kadınlar doğururken teker teker ölecek kadar güçsüz. Doğan bebekler yaşamaya hevessiz.
Köyden uzakta, uçsuz bucaksız güneşli topraklar diyarında yaşayan ağanın bereketli topraklarında çalışmak için her sabah iki saat yol yürüyen köylüler, aynı yolu akşam oldu mu üç saatte döner, karınları doğru dürüst doymadan, kara bir uykunun kollarında geleceği olmayan bir hayatın düşlerini görmeye dalarlardı. Ve yaşamaktan ziyade ölmeye yatarlardı.
Kadınlar öldükçe, erkekler çöktükçe, bebekler büyümedikçe... köy ıssızlığa doğru giderken...bir gece... Deli Hacer... köy meydanında çırılçıplak soyundu. Elinde bir değnek, kimsenin duymadığı bir müziğin ritminde çığlıklar atarak dans etmeye başladı. Sessizliğe alışkın köyün ıssız gecesinde böyle bir cümbüş, o zamana kadar ne duyulmuş ne görülmüş.
Bildikleri tüm duaları mırıldanarak evlerinden dışarı fırlayan köylüler gördükleri karşısında donup kaldılar.
Hacer... Deli Hacer... Cinli Hacer... etrafında birbirinin aynı küçük billur cücelerle çırılçıplak dans ediyor ve kimsenin bilmediği bir dilde şarkı söylüyor.
Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı
Karanzul vert
Karanzul vert
Hacer... etrafında cüceler... köy meydanında dans ederken... tüm köy halkı yıldızsız gecenin tehditkar karanlığında Hacer'den fışkıran kızıl ateşin karşısında korkudan titreşip dehşetle olan biteni seyrederken... Hacer'in kardeşi Mustafa eve gitti, kurban keserken kullandıkları bıçağı aldı, billur cüceleri yarıp, ya bismillah diye nara atarak kız kardeşinin üzerine çullandı ve onu orada bıçakla parçalayarak öldürdü.
Billur cüceler kayan yıldızlar gibi yok olup gittiler.
Bütün köy bunu gördü.
İşte lanet böyle başladı. Ama bunu anlamaları zaman alacaktı.
Çünkü Hacer'in ölümüyle birlikte, tanrılar sanki bir kurban almışçasına cömertleştiler. Gök yarıldı, yağmur yağmaya başladı. Yer yarıldı, nehirler çoştu. Bir aya kalmadı, kıraç topraklar tahıla boğuldu. Her yerden bereket fışkırıyordu. Erkekler güçlendi, kadınların hepsi birden hamile kaldı... Köylüler artık ağanın hizmetinde çalışmaz oldu. Kendi topraklarında kendilerine yetecek kadar bolluk vardı.
Mustafa erenlere karışmıştı. Kardeşini öldürüp köyü lantten kurtarmıştı. Gece gündüz evinde namaz kılıyor, ona dokunup kutsanmak isteyen insanların hayır dualarını topluyordu.
Ama geceleri kimselere anlatmadığı kabuslar görüyordu.
O zamanlar kimse bilmezdi ikiz kardeşlerin başka kimselerin anlamadığı özel bir dilleri olduğunu... anne karnında birbirleriyle konuşmaya başladıklarını... ömür boyu bu gizli dilde anlaştıklarını... Mustafa... Hacer'in ikiz kardeşi Mustafa, kabuslarda aynı şarkıyı kendisi söylüyordu.
Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı
Karanzul vert
Karanzul vert
Beni ağam delirtti
Karnımda onun kötü dölü
Biri beni öldürsün
Biri beni öldürsün
Köylülerin, Hacer'in ölümüyle birlikte lanetlendiklerini, ondan önceki kurak ve tatsız hayatlarının bundan sonrakinden bin kat daha iyi olduğunu anlamaları ve geçmişleriyle birlikte aslında geleceklerini de yitirdiklerini öğrenmeleri bir yıllarını aldı.
O günden sonra hamile kalan tüm kadınlar ikiz çocuklar doğurdular.
Köy halkı bu tuhaf durumdan ürktü. Kadınlar da çocuklarına korkuyla bakar oldular. Korku hayata hakim olunca, yağmurlar yeniden kesildi. Toprak bereketini yitirdi. Köyde yaşam eskisinden beter oldu.
Köyü önce Mustafa terk etti. Sonra diğerleri teker teker evlerinin kapısına kilit vurupuzak diyarlara göçtüler. Ortak tarihlerini kurak topraklara gömdüler. Unutmaya gittiler.
Kimse bir diğeriyle aynı yolu izlemedi. Birbirlerini kaybettiler... Kaybolmak istediler.
Unutarak kaybolunabilir sandılar.
O yıl doğan ikiz çocuklara gelince... anneleri onları diri diri toprağa gömdü. Hepsi Hacer'in laneti diye bildikleri bebeklerini bir yaşına gelmeden kendi elleriyle öldürdü.
Sadece iki bebek sağ kaldı onların içinden; iki erkek bebek...
Bu bebekler büyüyecek ve üreyecek. Kulaklarında hep aynı şarkı, geçmişlerinde ve geleceklerinde ortak lanet.
Biliyor musunuz, Tanrının varlığı tartışılabilir ama kaderi inkar etmeye kimsenin gücü yetmez. Eğer olacakları kendimiz tayin edemiyorsak, her şey isteklerimizden ve hayallerimizden bağımsız, bilidiği gibi vuku buluyor... deli nehir gibi kendi asi yolunu izliyor... nihayetinde hiç aklımıza gelmemiş yerlere varabiliyorsa... kader vardır.
Hayatın bizden bu kadar bağımsız ama bizim adımıza ilerleme gücü her zaman korkutur.
Kimi ruhlar mutlak kadere direnmenin asil hevesini kuşanırlar. Ama içine düştükleri adil bir savaş ya da kuralları kesin bir oyun değildir ki. O yüzden onların hüzünlü yenilgilerini sükunetle ve üzülerek seyrederim.
Benim kaderi yönlendirdiğime de inananlar yok değil. Evet, belki bazılarının aklına girdiğim doğrudur. Görmediklerini gösterdiğim, istemediklerini istettiğim, akıllarını çeldiğim söylenebilir. Ama onların bana kanması da bir kader sayılmaz mı?
Şahbaz'ın varlığı da kaderin akıl almaz bir oyunu olamaz mı?
No comments:
Post a Comment