20.7.14

Sensiz bir dünyadayım, gerçekten uzak bir rüyadayım, muhtacım

Keman tekrar giriyor ve Başak adımlarını kontrbasa uydurmaya çalışmadan şehrin kalabalık caddelerinde yürümeye başlıyor. Akşam saatleri, hava henüz kararmamış, sıcak. Başak'ın üzerinde lacivert bir pantalon, kolları ve yakası lastikli şeker pembesi bir bluz var. Saçını toplamış, atkuyruğu yapmış. Yürürken kollarından birini daha fazla sallıyor, engebeli bir yolda yürüyormuş da dengesini sağlamaya çalışıyormuş gibi. Başı hafifçe öne eğik yine de herşeye bakıyor. İnsanlara, ağaçlara, afişlere, duvar diplerine... Her köşe başında, daha önce tam orada sevdiği biriyle vedalaşıp ayrılmış gibi kederlenerek veya buluşacağı biri tam o anda orada değilmiş gibi küserek duraklıyor, ama sonra yürümeye devam ediyor. Vitrinlere bakan, alışveriş yapan, art arda sıralanmış duraklarda otobüs bekleyen, onunla aynı yönde yürüyen, farklı yönlere giden insanların arasından, onlara karışmadan geçiyor. Bir yoğunluk farkı var çünkü bu hissediliyor. Başak, duraklara yanaşmaya çalışan otobüslerin, kaldırıma yakın giderek müşteri arayan taksilerin, sokaklardan caddeye çıkmaya çalışan sabırsız otomobillerin önünden karşı kaldırıma koşarken, sanki bir hemzemin geçit çanı çalınıyor: Çan çan çan çan. Pastanelere, çay ocaklarına, kahvelere, birahanelere, lokantalara girip çıkıyor Başak. Bir şey arıyor. Tanıdık bir koku aldığında başını yukarı kaldırıyor, mutlu mu mutsuz mu anlaşılmıyor, aradığını buldu mu anlaşılmıyor, çünkü Başak bu, bazen kardeşçe dokunabilir yaranıza bazen de çapkınca gülümseyebilir uzaktan ama çok uzaktan, seslenir gibi, uzakta dur yakını göremiyorum, diye seslenir gibi seviyor mu nefret mi ediyor belli değil. Çünkü Başak bu, bir işporta tezgahında dönüp duran oyuncak treni seyreden, alçıdan yapılma köpek, ördek, melek heykellerine bakan, çiçekçi kulübelerinin yanından geçerken içinde bir boşluk hisseden Başak. Baksa şehir yerinde değilmiş, gökyüzü yerinde değilmiş gibi bir boşluk. Üzerine bir kedi sıçramış da bütün kuşlar korkup uçmuş uzağa, öyle bir boşluk; Başak muhtemel bir ufuktan yoksun kalmış, üzülmüş bir süre yokuş aşağı, sokağın sonundaki kahveye doğru, darmadağın olmuş sandalyeler çay bardakları, öyle bir boşluk, ta burdan oraya kemandan piyanoya şarkının başından sonuna.

...

"Isıtan bir şeyden değil yakan bir şeyden söz ediyoruz. Kusura bakma ama Selma, Umut gibi insanlar kimseyi mutlu edemez, kendileri de mutlu olamaz. Bu tür insanların en çok duymak istedikleri şey, 'Böyle bir dünyada yaşaman mümkün değil' cümlesidir. Bunu büyük bir övgü olarak görürler..."

Selma dinlemiyordu. Umut'un boş bir meze tabağının altına sıkıştırdığı paraya bakıyordu. Böylesi daha mı iyi, diye düşünüyordu, o yakıcı sıcaklığın geride kalması. Vücudunda bir yerlerde, kalbinde değil başka bir yerde, küçük, sıcak olamayacak kadar küçük bir noktaya dönüşmesi Umut ile yaşadıkları her şeyin. Daha mı iyi çıplak ayaklarını yakan geniş kumsalın bitmesi?

Çünkü sonrası büyük, soğuk deniz.

...

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağıya sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.

No comments: