30.7.14

nice dağlar koydun, nice, arama

Ender’in unutamadığı şeylerden biri de, Çetin’in bir berber ciddiyetiyle saçını kesitiği gündü. Bundan büyük tören olur mu? Portmanto aynasının karşısında bir sandalyede oturuken, aynada kendisine ve Çetin’e bakıyordu. Çetin, elinde makas,  büyük bir ciddiyetle yapıyordu işini, yere serdikleri gazetelerin üzerinde bir sağına bir soluna geçiyordu, yüzünde beklenmeyen ölümlerin izi, hayatta olmanın güveni ki buna herkesin ihtiyacı var. Yani böyle bir güvene, hayattayım arkadaşımın saçını kesiyorum, hayattayım langırt oynuyorum, hayattayım ‘Kırım savaşı ve Osmanlı-Rus ilişkileri’ konulu bir ödev hazırlıyorum, hayattayım trenlerin altında bozuk para ezdiriyorum, hayattayım bire bir buçuk pirinç pilavı yapıyorum, hayattayım hayattayım.


‘Artık benden çok annesini arıyor.’

Bu aklıma gelince ve bununla birlikte geçmiş de aklıma gelince ve çok süratli gelince, gözleri doldu. Çünkü bir şeyin düşünce olabilmesi için makul bir sürenin geçmesi lazım. Aniden akla geliveren ve düşünceye dönüşmek için kafi zamanı bulamayan şeyler, basınç değişikliği tesiriyle (bizim problemimizde basınç aniden düşüyor, sıcaklık ise sabit) ne olur, sıvı hale geçer ve gözyaşı olarak akar bunu herkes bilsin. Bu böyledir. Gözlerini sil.

---

‘İnsanoğlunda bir ahmaklık var. Öleni, biteni daha çok seviyor, sayıyor.’ diyordu içeride berber.

Hikmet, çenesi göğsüne dayalı, bir dizgi yanlışı kuruyor kafasında:

‘İnsanoğlu olanı biteni daha çok seviyor.’

---

‘Keşke tıp okusaydım.’ O zaman aşka inanmazdı. Kalp vücuda kan pompalar, kalbin karıncıkları, kulakçıkları vardır, bir sorun çıkarsa göğüs kafesi açılır ve kalp dışarı çıkarılır, bir doktor onu elinde tutar, bacaktan aldıkları bir damarı taktıktan sonra kalbi yerine koyarlar. ‘Bir hafta hiç hareket etmeden sırtüstü yatacaksınız.’

---


Onur da sevmişti  Seğmenler Parkı’nı. Her şeyden önce çok az insan vardı ve bahar her yerde bahardı: güzelim İstanbul’da, lanet Ankara’da. Bir bankta oturmuş, saatlerce konuşmuşlardı. Çağla, çok sigara içtiğini söyleyerek Onur’un elinden paketi almıştı, ki bunun ne demek olduğunu anlamak için de hemen sözlüğe bakmak gerekir.

22.7.14

Let me see what spring is like on Jupiter and Mars

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

20.7.14

Sensiz bir dünyadayım, gerçekten uzak bir rüyadayım, muhtacım

Keman tekrar giriyor ve Başak adımlarını kontrbasa uydurmaya çalışmadan şehrin kalabalık caddelerinde yürümeye başlıyor. Akşam saatleri, hava henüz kararmamış, sıcak. Başak'ın üzerinde lacivert bir pantalon, kolları ve yakası lastikli şeker pembesi bir bluz var. Saçını toplamış, atkuyruğu yapmış. Yürürken kollarından birini daha fazla sallıyor, engebeli bir yolda yürüyormuş da dengesini sağlamaya çalışıyormuş gibi. Başı hafifçe öne eğik yine de herşeye bakıyor. İnsanlara, ağaçlara, afişlere, duvar diplerine... Her köşe başında, daha önce tam orada sevdiği biriyle vedalaşıp ayrılmış gibi kederlenerek veya buluşacağı biri tam o anda orada değilmiş gibi küserek duraklıyor, ama sonra yürümeye devam ediyor. Vitrinlere bakan, alışveriş yapan, art arda sıralanmış duraklarda otobüs bekleyen, onunla aynı yönde yürüyen, farklı yönlere giden insanların arasından, onlara karışmadan geçiyor. Bir yoğunluk farkı var çünkü bu hissediliyor. Başak, duraklara yanaşmaya çalışan otobüslerin, kaldırıma yakın giderek müşteri arayan taksilerin, sokaklardan caddeye çıkmaya çalışan sabırsız otomobillerin önünden karşı kaldırıma koşarken, sanki bir hemzemin geçit çanı çalınıyor: Çan çan çan çan. Pastanelere, çay ocaklarına, kahvelere, birahanelere, lokantalara girip çıkıyor Başak. Bir şey arıyor. Tanıdık bir koku aldığında başını yukarı kaldırıyor, mutlu mu mutsuz mu anlaşılmıyor, aradığını buldu mu anlaşılmıyor, çünkü Başak bu, bazen kardeşçe dokunabilir yaranıza bazen de çapkınca gülümseyebilir uzaktan ama çok uzaktan, seslenir gibi, uzakta dur yakını göremiyorum, diye seslenir gibi seviyor mu nefret mi ediyor belli değil. Çünkü Başak bu, bir işporta tezgahında dönüp duran oyuncak treni seyreden, alçıdan yapılma köpek, ördek, melek heykellerine bakan, çiçekçi kulübelerinin yanından geçerken içinde bir boşluk hisseden Başak. Baksa şehir yerinde değilmiş, gökyüzü yerinde değilmiş gibi bir boşluk. Üzerine bir kedi sıçramış da bütün kuşlar korkup uçmuş uzağa, öyle bir boşluk; Başak muhtemel bir ufuktan yoksun kalmış, üzülmüş bir süre yokuş aşağı, sokağın sonundaki kahveye doğru, darmadağın olmuş sandalyeler çay bardakları, öyle bir boşluk, ta burdan oraya kemandan piyanoya şarkının başından sonuna.

...

"Isıtan bir şeyden değil yakan bir şeyden söz ediyoruz. Kusura bakma ama Selma, Umut gibi insanlar kimseyi mutlu edemez, kendileri de mutlu olamaz. Bu tür insanların en çok duymak istedikleri şey, 'Böyle bir dünyada yaşaman mümkün değil' cümlesidir. Bunu büyük bir övgü olarak görürler..."

Selma dinlemiyordu. Umut'un boş bir meze tabağının altına sıkıştırdığı paraya bakıyordu. Böylesi daha mı iyi, diye düşünüyordu, o yakıcı sıcaklığın geride kalması. Vücudunda bir yerlerde, kalbinde değil başka bir yerde, küçük, sıcak olamayacak kadar küçük bir noktaya dönüşmesi Umut ile yaşadıkları her şeyin. Daha mı iyi çıplak ayaklarını yakan geniş kumsalın bitmesi?

Çünkü sonrası büyük, soğuk deniz.

...

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağıya sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.

2.7.14

Kulların kullara ettiğini etmiyor en zalim harı ateşin

...Peki doktorcuğum şu fikre ne dersin; ben ölünce içimdeki şarkıları sen al. Evet hepsini alabilirsin. Sözleriyle, melodileriyle, ritimleriyle, hatta istersen sırlarıyla birlikte veririm sana. Hadi gel şimdiden planlayalım herşeyi birlikte. Diyelim ki üç gün sonra öldüm. Çenemi sen mi bağlayacaksın, başkası mı? Deliklerime pamukları kimler sokacak? Kan akacak mı hiç doktorcuğum? Ölürken insan mutlaka kanar diye okumuştum bir yerde ama inanmamıştım. Ölüyorum diye neden kanayayım ki. Can ille de kanla mı çıkar vücuttan. Saçmalık. Ama yine tüm deliklere pamuk tıkayacaklarını biliyorum. O pamukları tek tek sen tıka doktorcuğum çocuğum. Çenemi de sen bağla. Akacaksa kan, senin avucuna aksın rica ederim. O sırada şarkılarımı da alırsın. Hepsini teker teker. Nasıl olacak der gibi bakma öyle lütfen. Sana en değerli şeyimi bırakıyorum. İçimdeki şarkıları. Tam iki yüz yetmiş altı şarkı. Hepsi başka başka dillerde. Çince bile var içinde. Ama ben en çok fransızcaları severim.
Je ne veux pas travailler… Çalışmak istemiyorum… Je ne veux pas déjeuner, Kahvaltı etmek de istemiyorum, Je veux seulement oublier, sadece unutmak istiyorum… Sadece unutmak. Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum, yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden falan geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki. Je veux seulement oublier… Ah doktorcuğum o şarkıyı alırken içimden dikkat et çok güzel bir cümle vardır, o düşmesin: Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c’est magnifique, muhteşemdir. Çocuğum hayat gerçekten muhteşemdir. Şarkılar da muhteşemdir ama hayat onlardan daha muhteşemdir. Hayat bu kadar muhteşem olmasaydı çocuğum, o şarkıları söyleyecek, o şarkıları melodi melodi ezberleyecek şevki nasıl bulabilirdik, değil mi ya.
Kaç gün kalmıştı ölmeme doktorcuğum. Daha beş gün vardı değil mi? Bu beş günde istersen şarkıları yavaş yavaş al içimden. Doğurduğum çocukların hiçbirini öyle çıkarmadılar. Hep zorla, çekiştirerek, hoyratça, ellerini, kollarını, başlarını koparttılar çocuklarımın. Teker teker öldü hepsi. Kimi doğarken, kimi büyüyünce, ama hepsi benden önce. Çünkü rahmimden çıkarırken hiç özenmediler onlara doktorcuğum. Herhangi bir şey doğuyormuşum gibi davrandılar. Herhangi bir şey! Sonra hepsini öldürdüler. O yüzden çocuğum, ben ölmeden önce usulca çıkar içimden şarkıları. Ki çıkarken ölmesinler. Ya da yıllar sonra okulun bahçesinde vurulmasınlar. Bir tanesini astılar biliyor musun? Evet darağacında sallandırdılar. Orasına burasına pamuklar tıkayıp boynunu kırdılar. Dili dışarı çıktı. Gözleri fırladı yuvalarından boynu kırılırken. Kemiklerinin çıtırdama sesini duyduk hepimiz. Ah ne feci öldü asılan oğlum. İçinde üç beş şarkı, onların da çoğu marştı. Dağıldı gitti ahşap zeminde, gözümün önünde.
Bir kızımı da öldürüp sokak ortasına attılar. Delik deşikti yavrucağım. Onun içinde de bir sürü türkü. Hepsini ben ezberlettimdi. “Aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem, ud kemani çalmazsa aynalı körüğe de binmem”. Neşeli türküler. Hüzünlü türküler. Şakacı türküler. Kimbilir nerede öldürüp sokağa attılar bebeğimi. Türküler dağıldı gitti dört bir yana. Fareler kemirdi içindeki davulları, kemençeleri, bağlamaları, sazları…
Doktorcuğum, çocuğum sahi iki güne kalmaz ölür müyüm? Ne güzel. Oradan sana ne getirmemi istersin? Hadi utanma, söyle. Ben gittiğim hiçbir yerden eli boş dönmem. Bir keresinde Sivas’tan tabutla dönmüştüm. İçi silme ceset dolu ceviz ağacından yapılmış ahşap sarısı şahane bir tabut. Otobüse zar zor koymuştuk tabutu. Hem ağırdı, hem de yaz günü içindekiler çok fena kokuyordu. Kaç kişiyi sığdırmıştık hatırlamıyorum ama içindekilerden biri benim sarı oğlumdu. Yanarak ölmüş, küle dönmüş, sarısı kapkara, 20 yaşında akıllı mı akıllı bir oğlan. Onla birlikte şarkıları da yanmış, öyle söylediydi avukat. Her şey yanmış onla birlikte. Geçmiş yanmış, gelecek yanmış, hayaller yanmış, e tabii o hengamede şarkılar sağsalim kalacak değil ya, içindeki şarkılar da yanmış. Kader bu doktorcuğum, alınyazısı. Yandı mı yanıyor çocuk da şarkı da. Ve ben, inanır mısın, tüm çocuklarını gömen ben, hepsinin arkasından mevlüt okuttum. Ay doktorcuğum çocuğum, içimde o şarkılarla birlikte okuttuğum mevlütler de olacak, rica etsem onları alıp ayrı bir yere koyar mısın ben öldükten sonra. Yatağın altına mesala, ya da tavanarasına, çöpe bile atabilirsin, yanıyorlarsa yak, uçuyorlarsa uçur, yüzüp yüzemediklerine bakmadan at denize. Gitsinler. Nereye giderlerse gitsinler. Ama benden sana tavsiye, onları muhafaza etme içinde. Fena oluyor insan. Ölümü hatırlatıyorlar devamlı yaşayana. Oysa je veux seulment oublier çocuğum. Seulment oublier.
Ne dersin birazdan ölür müyüm ben artık? Pamukları onun için mi hazırlıyorsun? Çenemi neyle bağlayacaksın? Bir sargı bezi belki. Nasıl, böyle sırt üstü yatmaya devam edebilirim değil mi ölürken? Ya da kalksam, ayakta ölsem? Ortanca oğlan ayakta ölmüş. Ayakta değil de daha doğrusu askıda. Kalbi dayanmamış verdikleri elektriğe. Hep yanıklar vardı bileklerinde. Gördüm tabii cesedini. Çok yakışıklıydı. Kalın kaşları, kalın bıyıkları, iştahlı dudakları vardı. Uzun boyluydu, kaderiniz benzemesin ama seni andırıyordu doktorcuğum. Aslında hepsi yakışıklıydı ölen çocukların. O tabuttakiler, darağacındakiler, yanıp kül olanlar, kanat çırpıp uçanlar, kaybolanlar, sakat kalanlar… hepsi senin gibi yakışıklıydı doktorcuğum çocuğum. Ve içleri şarkılarla doluydu.

Sahi insan ölünce içindeki şarkılara ne oluyor, sen bilirsin? Ölüden avucuna hiç şarkı döküldü mü daha önce? Benim döküldü. Küçük oğlum öldüğünde, avuç avuç ninni döküldü avucuma. Bir zamanlar ona söylediğim ninniler, balkan ninnileri, rus nininleri, afrikalı annelerin nininleri, çinli kadınların ninnileri, okyanusta küçücük bir adada bir annenin çocuğuna söylediği ninni bile vardı dökülenler arasında. Ah doktorcuğum, Allah kimseye evlat acısı vermesin. O ninniler nasıl insanın içini acıtıyor bilemezsin. Benden de çıkarsa al o ninnileri olur mu, sakın atma. Gün olur kullanırsın. Sen de çocuğuna söylersin. Benden sana bir nasihat, çocuklarının içini ne yap et şarkılarla doldur, olur mu doktorcuğum. Bak benim içimde kaç bin tane şarkı birikmiş. Ne güzel değil mi? Binlerce dilden, binlerce şarkı...