Showing posts with label dada da da. Show all posts
Showing posts with label dada da da. Show all posts

10.4.14

07:35:46

Yüzünün çevresinde dolaşan parmaklar dudak kenarında bir duraksadılar, anlardan an beğenen hafıza geçilen ara kapıları getirdi önüne. Daha o sabah benzer bir günü onunla da geçirmeyi dilemişti. Yine aynı soruyu sormuştu karanlıkta, “Ne yapmamı istersin?” 21 gün önce sorulan aynı soruyu binlerce defa düşünmüştü de verilebilecek cevapları hiç düşünmemişti. Kıyafet uygunsuzluğunun sürüklediği alkol dolu gecenin sonunda “bakamamak” da ne oluyor! Tek yapabildiği öpmek, öpmek. Binadan acele ile çıkışını, yanına vardığında sarılıp koklayışını hatırlamakla yumrukları arasında bir korelasyon olmalı. O an bir takım kas gruplarını harekete geçiriyor ve kendini yumruklarını sıkarken buluyor. Sabah sabah, bir ceza gibi uyandırmaya çalışmalar, saatlerimiz 07:35:43’ü gösteriyor. Saniyeleri de sayar oldum. Boynundaki zinciriyle birlikte atan o nabız, sayımda büyük bir yer oynuyor. 07:35:44, 07:35:46…

Güzel bir gündüz ile başlayan günün bitmeye yaklaştığı o saatlerde unutulan bir anahtarın kapağını açtığı acele ile bitirilen bir bira. Üzerime çizilecek yeni eğrilerin hayali, kalbim atıyor. Mekan değişikliği, mekanlar değişikliği. Duvarları eski tuğla kaplı güzel kokan dükkanda şimdi yumuşak ayak parmak uçlarını düşünüyor. Ondan uzun olduğu tek anı ona sarılarak geçirmeyi tercih etmiş olması ve bir de kapıdan çıkmadan önce o son sarılışı. Sarmaşıklar. Kapanan kapı ardından kapanan gözler. Bir kez daha şaşırarak dönüp yan yastığa ve üzeride yatana bakmanın verdiği his normal şartlar altında eşittir dalgaların çekilirken çıkarttığı kıtır kıtır ses. Dışarıda serin hava ve ben onu gözlerini açmaya zorluyorum. 21 gün önce sipariş edilen, harmonik salınımlarla ulaşılan boş evin bir odasında 37-46 dansının devamını izliyoruz. Binlerce saniyem kayıp, hatırlayamıyorum (işte burada küfür etmenin tam sırası) Dallarla kaplı koca bir pencereye uyanılan o anda, saliseli göz kırpışlarının arasında karanlıkta açılan bir çift gözün manzarası. Sonrası çiçek, sonrası çiçeklerden bir düet.

Parmak uçlarımı gıdıklayan sakallar, bu anı unutmak istemiyorum ama sormadan da edemiyorum, ben seni hiç ayık göremeyecek miyim? Vedasında pencereden sarkarken yüzümü kapatan kıvıcıklar, az önce karşımızda şimdi karşımda olan bir kule, vakti gelen zaman. Elimi tuttuğu an akımının ve günün sabahında soğuk denizin sularına soktuğum ayaklarımdan iletilen enerjinin, üzerimize akan su ile vücutlara geri dönüşü, titreyen eller. Sarılmak (21 gün sonra), çalan telefon (8 gün sonra), öldürecek bir beni mi buldun? Öyle gülme çocuk, kafanı önüne eğerek, gözlerini kapatarak, öyle tatlı gülme çocuk! Denize açılan pencere önünde içilen sigaraların dumanı, yoluna saçlarımdan başlayıp omzumdan aşağıya doğru yolculuğuna devam eden su damlası, bunları hep yola delalet. Zaten açık ve bana bakan iki göz, çığlık atmak istiyorum. Ağaçlarla kaplı yolda denize yapılan yolculuk yazılmıştı, odada olmadığı o bir kaç saniye tavana bakarak şükrettim. Eşşek arıları tarafınfan sokulacak dilin ettiği kelamlar ne ılık su ne de alınan derin nefeslerle hoş görülebilir. Tamamen aptallık, tamamen armutluk. Uzun boyunu farkedip ne kadar çok anı kaçırdığına hayıflanmalar, uyumalar, uyanmalar. Halbuki nasıl ve hangi arada dalındığı bilinmeyen ani uykudan önce cevabım “herşeyi” olmuştu. Sokak köşesinde elimde titreyen telefona bakarken nerden bilirdim ki minik parmaklarımı ertesi gün gri dalgalı denize bakan adamın ayakları altına saklayacağımı? Manzarının keyfini sürmek (üstte) diye birşey vardı değil mi, evet var. Çimlere yatıyor olsak bile ağrımaz o kol. Taksinin peşinde elele koşsak bile. Geçme. Sence geçer miyim? Bilmem, geçer misin? Dikkatlice beni izlediğini biliyordum ve buna rağmen hiç bir adımı değiştirmedim, lenslerimi çıkarttım, dişlerimi fırçaladım. Yani galiba. Hatırlamıyorum. Armut! Yerden gözlerimi kaldıramadığım o saniyelerde görüş alanımda ince uzun bacaklar, ben hipnotize. Saçlarıma özenle yerleştirdiğim deniz kokusu artık yok, kurulanma seansındayız.

Göğsüne bir hipopotam gibi çöktüm. Nefes. Aklıma dönüp arkaya baktığın o kordinatları yazdım. Hindistan cevizi kokusu (aklında bıraktığımı umduğum bir diğer koku) Ayrıca kol benim, ağrı benim, sana ne? (Bunu da söyledim, ah tam dayaklık) Bütün o günler boyunca, hele ki top oynayanları seyrederken, çatalımı batırdığım ahtapotu ağzıma götürürken, hep diledim, hep diledim. Hadi kalk! Saçlarım kıvırcık. Ortam karanlıktı ve ben seni arıyordum. Hediye gibi geldin, hoşgeldin.


18.3.14

Aman efendim, ayrılık ölümden beter

"Bu yaşıma kadar mevcudiyetinden bile haberim olmayan bir insanın vücudu birdenbire benim için nasıl bir ihtiyaç olabilirdi? Fakat bu hep böyle değil midir? Birçok şeylere ihtiyacımızı ancak onları görüp tanıdıktan sonra keşfetmez miyiz?" İşte o insanın vücudu ile parkta oturmuşuz. Gözlerimin önünden geçip duran, ama durağan olmayan kare kare görüntüler var. Boynumda soluk alıp veren burnunun içinden girip çıkan sıcak nefes, gözlerimi açar açmaz karşımda gördüğüm, o ilk tanışıklığı hatırlatan, aklıma kazınmış, askıda asılı kırmızı kareli gömlek.. 'Sarılma' durumunun keman ile çalınan bu yeni versiyonu adeta bir mühendisin aniden aklına gelen bir caz teorisi. Masanın üzerinde duran tesbihin her bir boncuğu içilen o yarı tatlı şarabın her bir yudumuna denk geliyor olmalı. Beceremediğim o veda sahnesi, benim o büyük çaresizliğim, gözlerimi sıkıca kapatmıştım. Yine hızlıca gelip geçen bir görüntü silsilesi; güldüğü zaman ifadesindeki o değişim, nabızla birlikte atan gümüş kolye.. Bir buçuk kişilik yatağın üzerinden attığım ağlar hasretimin kıyıları, üzerime çizilen çizgiler, ah o eğriler. Oda kırmzı duvarlarla çevrili, yarı aralık pencereden gelen rüzgar perdeleri kımıldatıyor. Alacakaranlıkken bir anda gün doğmuş. Oysa ben en son yüzünde gezdirdiğim parmaklarımın ucundaki hissi hatırlıyorum. İşte o insan vücudu ile parkta bir bankta oturuyoruz. Bana bakarken Pablo Neruda, aklımdan geçen; "Giyinip de, Kuş gibi seğirtirken sen; Kasırga gibi fırıl fırıl, Bir pirinç gülüşüyle gülerken; Türküler çağırdığında; Allak bullak ederken, Atardamarlarını, Dişlerini, gırtlağını, Parmaklarını; Vay ne şirindin, Kahrolurdum ben" dizeleri. Benim aklımdan ne çok kelime, ne çok cümle, ne çok görüntü geçiyor. Aman ne ince bir ruh!

 ..Clara’nın Fındıkkıran için döktüğü gözyaşları onu canlandırır. Bir prense dönüşen Fındıkkıran, Clara’yı kendi ülkesi Karlar Diyarı’na götürür. Karlar Ülkesi’nde Prens ve Clara, kar tanelerinin dansı ile karşılanırlar. Clara, prensin eşliğinde Şekerleme Ülkesi’ne gider. Şeker Perisi’ne farelerle yaptıkları savaşı anlatırlar. Peri, onları ödüllendirmek için kutlama dansları sunar. Son olarak prens ile Şekerleme Perisi birlikte dans ederler. Clara, rüyadan uyanır ve kendisini Fındıkkıran’ı ile beraber evlerinin salonundaki yılbaşı ağacının altında bulur.. 

 Tam karşımda kulağındaki çil, dar bir açıyla seyrettiğim. Şimdi hatırladım o bankta otururken söylenen şarkı, bir elime sessizce bir defne dalı bıraktı. Bir gülüş hatırlıyorum taa 15 Şubat'tan, işte tam o anda, tam da ben o tarafa bakarken bir pervane gibi döne döne düşen yaprak saçlarıma iniş yapıyor. Dalgalı saçlar yaprağı tellerinin arasında kaybediyor sonra başkası bulsun diye. Bardakta duramayıp da dökülen su turuncu pinpon topunun zıplayarak girdiği bardaklardan farklı. O top şimdi çantamda, ona da göstedim. Dudaklardaki bal. Çizgili bir t-shirt giydim. O bal şimdi yanağımda, en son öpülen yer-sol yanak. Bakıştaki soru. Yürürken girilen kol. İnce uzun bir masanın karşılıklı uçlarında, işte size 15 Mart. Uzun parmaklarının yardımıyla ateşlenen çakmağın sigarayı yakışı, karşılıklı sallanmak. Güneş ışığının gözüme hüzme hüzme girdiği gökyüzü ile aramda rüzgardan sallanan ağaç dalları. O dallardan biri hızlıca yerinden koptu, bir ceza gibi geldi ve çarptı, galiba bacağına ya da bacağıma. O esnada ben Ankara'yı ferah ve havadar buluyordum. Kulağı acıtan kulaklıkla dinletilen o sert melodi, halbuki o an aklımdan başka bir şey geçmişti, ama acaba neydi. Sonrası tantra sonrası güzellik. Uyumalar, uyanmalar. Hazır bekleyen dünyanın en nazik kahvaltısı. Koşarak inilen merdivenler öncesinde omzumun üzerinden verdiğim cevap, belki de hissetmiştir. Hem de duvardan bakan onlarca göz önünde. Denizatı pastanesi, beklemelerle geçen bir günün ertesi günü. Kaldırımları yalayacak kadar badeli bir gecenin sabahı. Bir çift yeşile çalan gözün muhtemelen her sabah baktığı baktığı bahçeye bakıp gülümsemek, yaz mevsimine dair temmenilerde bulunmak. Üzerine kokusu sinen o insan vücudunun titremesine şahit olmak yetmedi, yetmez artık. İşte size birçok şeylere ihtiyaç. Ayaklarıma bir baktım ki ayaklarım siyah beyaz desenli bir çift terliğin içinde. İç demişken yine içine bakan bir çift göz geliyor frontal loba. Bu şimdi sadece bir anı mı yani? (Bugün doğanlar için isim önerileri; kız olursa Yaprak, erkek olursa Emin) İki katlı bir evin ikinci katında son bulan şok, yoldan çıkmış bir traş makinası tarafından yanlış kesilen saçın 15 dakika sonra gerçekleşmesi planlanan buluşmayı 150 dakika sonraya ertelemesi. 15 saniyede bir dalınan uykular bileşkesi. Herşey 15. Cüzdandan çıkan bir etkinlik alanı bedava giriş bileti. Dişleri yanyana dizilmiş beyaz başkalıklar saçıyordu, kol kola yürünen o yolda durup arkalarına baktılar. Ve hafif bir rüzgarla gelen rahiya. ilk dokunuş. Sabah dokunduğum parmak uçları, kendimle kavgam, normalden yüksek ayak çukurumun altında ayağı, birbirine sürten 37-46. Karnımdaki el, dudak kenarı öpücüğü, peki o son sarılma bir elveda mıydı? Şimdi dolunay zamanı. Ojyuugoya no teiki ya. Kami gyurasa teryuri. Hare kana ga jyo ni tataba kumo tei taborei.

27.1.14

Listen, i have been drinking

Kafası hatalara vura vura öldürülmüş bir ahtapot ile midye keyfine hazır mıyız? Buralara sığmaz bu salaklık, beraber aynı eve çıkmak lazım.

Derim ki kurşun kalemle yazılmış gibi silinebilirdi keyfimize baksaydık ve standart şanlı tarih, öpmekle başlasaydı o döngü. Karmanın dönüp dolaşıp beni vurduğu o böcek prototipi, inecek var!

Neden dünyanın haline üzülmek varken hala iki çay söylemenin (biri açık) peşindesin?

-Mind the gap

İşte sana metro, işte sana dikkkat etmen gereken boşluk.

16.2.13

St-Sulpice! St-Sulpice?


Yanlış telafuz edilen kelimelerle dolu dev ellerinin dipsiz avuçları.  Kendini  solak zanneden bir sağ elin ışıklar içindeki manzara karşısında bile düğmeye bir türlü basmayışı midesine ağrılar soktu. Kulenin sıçrayan su birikintilerindeki yansımasına öylece bakakalmışken üzerine doğru gelen, sıkıntıya gebe, o  fil büyüklüğündeki kestaneyi farketti. Yalandan bir samimiyetle gelip de göğsüne oturan ağırlık eşliğinde gardiyanını bekleyen bir mahkum gibi nemli mavi gözlere dik dik baktı.  Konuşulamayan dillerde öpüşmeyi hayal ederken  'kendi olmama hali' nin vücut bulmuş şeklini o hiç alışkın olmadığı manikürlü tırnaklarında farketti. Şapka büyüklüğünde çorapların eşliğinde söylenen şarkı sözleri o hiç koklanmamış saçlarının dalgalarında kayboluyordu. Öksürük ve ateşler içinde uyandığı o gecelerde meğer rüyalarında Paris metrosunu görür dururmuş, kulağına ölülerin şarkı söylediği beyaz ışıklı trenler. Dikenli deniz kestanesinin parlak kardinal melon renkli etini yerken ağzında hissettiği o garip süngerimsi tadı hatırladı yeşil bir kompartmanda ilerlerken. Naneli çayla ferahlattığı düşünceleri hala canlı istiridyeler gibi tiz bir sesle ölüyordu halbuki. Dürüst olmak tshirtünün üzerinde güvenlik yazan, bırak kalbi üzerine yattığı yatağı bile kırabilen bir adamın seçtiği zor ölümdü.  Tek taraflı dil tutulması ile hiç yaşanamaz hale gelen bu saçma aşk hikayesi vücut sıvılarının kaldırım kenarlarına tükürülmesi gibi kolayca sistemden atıldı. Halbuki bu durum nezaketen de olsa yasaktı. Pabuç kadar dilinin acıtmasa da kanattığı canı metronun renkli koltuklarında kalabalıktan sıkışmış çantanın içinde eriyen çikolata ile hemen hemen aynı kaderi paylaşıyordu. Kara bir toprak parçası üzerinde güneşte oturulan park bankı bir anlık bir yakınlaşma sağlasa da edilen saçma sapan iki cümle dikkatleri içinde ördeklerin yüzdüğü, üzerindeki köprüden turuncu bisikletli güzel kızların geçtiği büyükçe bir su birikintisine sahip, bol tereyağlı kurabiyelerle beslenmiş sağlıklı insanların şehrindeki manzaraya çekti. Yüzen bir barda içilen bir kadeh beyaz şarabın yaptığını kimse ama kimse, hiç kimse daha önce yapmamıştı ona. Bir türlü gerçek olamayan o hayali otel odası, ödemesi gereken borcunun bitmesine daha ne kadar kaldığını bilmeyen adamlarla  ne istediğini bilmeyen kadınlar arasındaki şikayet savaşında ortaya çıkmıştı. Başarısızlıklarla örülü bu hikayenin soğuk, buz gibi soğuk bir havada dua ile hafifleyecek suçluluk duygusu eşliğinde yaşanması gidilemeyen parklarda görülemeyen zürafaların ne kadar umrundaysa o ünlü kulenin altında cirit atan farenin de o kadar umrundayıi aslında. Bok yemenin fransızcası! Mevsim gereği kahverengi suları taşan nehirde sessizce sürüklenip, ıslanıp, parçalanıp, dibe giden ve hatta aslında büyük bir kısmı yok olan o sümüklü mendil parçasının başına gelenler tamamen benim suçum, herşey benim yüzümden oldu. Yağmur yağıyordu da kaybolan eldivenlerim için artık daha fazla üzülemeyecektim.

25.2.10

Ground Control to Major Tom

Çin yemeği yiyen Japonlar! Görülmüş şey değil! Havadaki fıstık yeşili ve öfkeli renk insanlığın tüm değerlerini oraya yerleştiği günden beri sistematik bir biçimde alaşağı etti. 8. Dünya Savaşı'ndan beri bu böyle. Gökyüzü artık fıstık yeşili. Evrimleşmeye bıraktığımız yerden devam etmek zorunda kaldık. Bunları düşünürken "Çay koy!" diye bağırdı. Düşüncelere dalmadan önce kaplanlarla ilgili izleye durduğum belgeselden kafamı kaldırırken elimde olmadan bıyıklar hakkında düşünüyordum. Bundan 2 sene önce, savaş daha bitmemişti, tramvaya bindiğimde oturması için yer verdiğim Kont L. teşekkür olarak bana kısa bir geleceği görme seansı önermişti. Elbette demek için ağzımı açıp, göz kapaklarımı birbirlerine değdirdiğim an kendimi çocukken okuduğum bir kitaptaki perili köşkte bulmuştum. Tüm odayı kaplayan yemek masasının üzerine yıkanmayı bekleyen kahve fincanları, şöminede ise boş bira kutuları yığılmıştı. Toz pembe perdelerin köşkün adını zedelediğini düşünmeden edemediğimi hatırlıyorum. Köşk perdesi dediğin ya kırmız ya siyah, bilemedin lacivert olur. Üst kata çıktığımda binlerce beyaz, ince, uzun kurdun küveti doldurduğu banyonun önünden geçmek zorunda kalmıştım. Hindistan'dan buraya bunun için gelmiş olamazdım. Bu sürreal geleceği görme seansında karşıma çıkan semboller, dünya haritası üzerine yerleştirilmiş "dünya" etiketinden de manasız geliyordu o zamanlar. Elimdeki dondurma erimemiş olsaydı elimde bir dondurma olduğunun farkına bile varamayabilirdim. Vişne rengi buzdan dondurma erirken ellerimi yapış yapış yapmak zorunda kalmıştı. Neon ışıklarla içine girmem gerektiği itinayla belli edilen odaya doğru ilerlemiştim. Yürürken şans eseri ayaklarıma baktığımda ayaklarımın olması gereken yerde gördüğüm toynaklar! Aklım başımdan gitmişti. Korkuyla gözlerimi açmıştım. Kont'a odaya giremediğimi söylemeliydim. Seasın en önemli yerinde uyanmıştım ve tabiki Kont'tan eser yoktu. Eve vardığımda platform topuklu çizmelerimden kurtulup, bir an önce kekik kokulu battaniyemin altına girmekten başka bir şey düşünemiyordum. Şimdi burnuma gelen o kekik kokusu betonarme yapılar arasında şıkışmış, yeşilden uzak kutu evimden beni alıp deniz minaresinden yaptığım eski evime götürdü. O seansta gördüğüm herşey gerçek olmuştu. O zaman inanmamakla ve unutmakla ne kadar büyük aptallık etmişim. Elma yemenin bile yasaklandığı bu günlerde çocukken izlediğim ağlak filmlerdeki figüranlardan da beter hissediyorum kendimi. Gözyaşlarım üzüm tanesi büyüklüğünde ağlıyorum artık ağladığımda, başım da ağrımıyor. Ailemin mumyalanmış cesetleri duvardaki kovuklarında yeniden dirilecekleri günü bekliyor sabırla. Otomatik pilottan başka seçeneği olmayan insanlığın yaşamında traktör sürülen günlerdeki acılardan eser yok şimdi. Mavi gökyüzü altında yapılan modern sanatın acıdan beslenen damarı "çıngıraklı fare" oyunundaki gibi kesildi. Bal ve kavanoz birbirinden ayrı artık. Oysa biz o gün bir salyangoz zerafetiyle birbirimize sarılıp, uzunca bir süre öyle kalakalmıştık.

7.2.10

beklenti, hüküm, endişe

Zencefil turşusu ile beslenen kuzuyu 9 parçaya ayırarak küflenmeye bırakırsak ne olur? Tırnaklarımı şöminenin duvarına geçirerek uydurduğum bir çeşit mors alfebesi, ulvi olan ile kaderimi yakınlaştırıyor. Yalnız, çıkan sesler balıklarımı öldürdü. Akvaryumda şimdi sadece kof cevizler ve parçalanmış bir koltuk yüzüyor. Aslan, derenin karşı kıyısında ölen eşi için ağıt yakıyor. Sadece güneş batarken görünür olan kızıllık, aslan için bir kamufulaj. Merdivenin tepesinde duran ve bozulmamak için kapağı açık duran dolap kapağı ise kanatlarındaki beyazların parlayarak göz kamaştırdığı, süzme bir çığlıkla savaşa giden kocaman baykuşun arkasından kapandı. Kırmızı ile boyanan dudaklar badem dolu çekmeceyi açmayı başardığında şapkalardan fırlayan psikiyatrik ilaçlar ortalığı sakinleştirmek için çalışmaya başladılar. Saçlarım gıcırdayarak uzarken taksi ile bana layık olabilecek bir çam ağacı arayışı içindeydim, akabinde taksiden inerek çamlara doğru koşmaya başladım. Bir paketle beraber elime aynı anda ulaşan telgraftan, daireler çizen mandalina salyangozlarının dünya üzerindeki tüm balık pullarını ele geçirdiklerini öğrendim. Elimde olmayan nedenlerle tepsi içinde bana sunulan mısır tarlaları rüyamda bir galaksi dolusu karpuza dönüştü. Çaydanlık, üç sene önce göçebelerin siyah bulutlar altında kurdukları kamp alanında demledikleri çay ile dolu hala. Su ısıttığım telefon, paten kayan denizanlarının dev bacaklarına dolanmış olmalı. Alkış sesleri arasında eksilerle artılar durmadan birbirini götürüyor. Platin bir sarı yüzünden daralan görüş alanında sevişen lemurların, yarıkürenin tamamlayıcısı olan kafatası ile beraber verdikleri ilanda; herşeyin yakılacağı ve geriye kalan gri küllerle kesif kokunun danslarından çıkan zekanın parıltıları ile kör olunacağı detaylarıyla açıklanıyordu.

23.11.09

Aibohphobia (fear of palindromes)

A but tuba.
A car, a man, a maraca.
A dog! A panic in a pagoda!
A new order began, a more Roman age bred Rowena.
A nut for a jar of tuna.
A Santa dog lived as a devil God at NASA.

A tin mug for a jar of gum, Nita.
Acrobats stab orca.
Ah, Satan sees Natasha!
Amen icy cinema.
Amore, Roma.
Amy, must I jujitsu my ma?
Are Mac ‘n’ Oliver ever evil on camera?
Are we not drawn onward, we few, drawn onward to new era?
Are we not pure? “No sir!” Panama’s moody Noriega brags. “It is garbage!” Irony dooms a man; a prisoner up to new era.
Art, name no tub time. Emit but one mantra.
Avid diva.

Borrow or rob?


Cain: a maniac.
Cigar? Toss it in a can. It is so tragic.

Daedalus: nine. Peninsula: dead.
Dammit, I’m mad!
Decaf and DNA faced.
Denim axes examined.
Dentist? Sit Ned.

Desserts I desire not, so long no lost one rise distressed.
Desserts, I stressed!

Devil never even lived.

Did I do, O God, did I as I said I’d do? Good! I did.

Do geese see God?
Do good? I? No! Evil anon I deliver. I maim nine more hero-men in Saginaw, sanitary sword a-tuck, Carol, I — lo! — rack, cut a drowsy rat in Aswan. I gas nine more hero-men in Miami. Reviled, I (Nona) live on. I do, O God!
Do nine men interpret? Nine men. I nod.
Dogma in my hymn: I am God.

Doom mood
Dr. Awkward

Draw nine men inward.
Draw O Caesar. Erase a coward.

Dumb mud.

Egad! A base tone denotes a bad age.
Egad! An adage!
Eve damned Eden. Mad Eve!
Eve saw Diamond, erred. No maid was Eve!
“Evil axis”, sides reversed, is “six alive”.
Evil, a sin, is alive.
Ew! Eat a ewe?

Flee to me, remote elf.

Go dog.
Go hang a salami, I’m a lasagna hog.
God saw I was dog.
Goddamn mad dog!
Golf? No sir, prefer prison-flog.

He did, eh?
Hon? I see bees in – OH!

I did, did I?
I prefer pi.
I saw a crow, orca was I.
I saw desserts; I’d no lemons, alas no melon! Distressed was I.
I’m a lasagna hog, go hang a salami.
I’m a tune nut, am I?
I’m a fool; aloof am I.
In word salad, alas, drown I.
Is it I? It is I!

Laminated E.T. animal.
Late metal.

Leon’s noel.
Live no evil! Live on evil!
Live not on evil.
Live, O Devil, revel ever! Live! Do evil!
Lived on Decaf; faced no Devil.
Llama mall.
Lonely Tylenol.
Loops at a spool.

Madam, I’m Adam.
Madame, not one man is selfless; I name not one, madam.
Maps, DNA, and spam.
Mr. Owl ate my metal worm.
Murder for a jar of red rum.
Must sell at tallest sum.

Name no one man.
Name no side in Eden, I’m mad! A maid I am, Adam mine; denied is one man.
Name not one man.
Name now one man.
Name tarts? No, medieval slave, I demonstrate man!

Never odd or even.

Niagara, eh? I hear again!
Niagara, O roar again!
No cab, no tuna nut on bacon.
No devil lived on.
No lemon, no melon.
No sir! Away! A papaya war is on.
No trace, not one carton.
No, it is opposition.
No, sir, away! A papaya war is on!
No, tie it on.
Not a banana baton.
Now do I repay a period won.
Now I draw an award. I won!
Now I see bees I won.
Now I won.

Nurse, I spy gypsies. Run!
Nurses run.

O Geronimo, no minor ego.
Oozy rat in a sanitary zoo.

Pool loop.
Pot top.
Pull up if I pull up.

Rail delivers reviled liar
Rats at a bar grab at a star.
Rats live on no evil star.
Rats paraded a rapstar.
Raw Novel? Lev on War.
Red root put up to order.
Red rum, sir, is murder.
Revered now, I live on. O did I do no evil, I wonder, ever?
“Reviled did I live,” said I, “as evil I did deliver!”
Reward drawer.
Rise to vote sir.
“Rum… rum…” I murmur.

Salt an atlas.
Satan, oscillate my metallic sonatas!
Saw tide rose? So red it was.
See, slave, I demonstrate yet arts no medieval sees.
Sega? Millions! Alas, no ill images!
Seven eves.
So many dynamos!
So, cat tacos!
Some men interpret nine memos.
Star rats.
Step on no pets.
Stop! Murder us not, tonsured rumpots!
Stressed desserts
Stressed was I ere I saw desserts.

Sums are not set as a test on Erasmus.


Tell a ballet.
To idiot.
Too bad I hid a boot.
Too hot to hoot.
Top spot.
Tube debut.
Tuna roll or a nut?

UFO tofu.

Was it a bar or a bat I saw?
Was it a bat I saw?
Was it a car or a cat I saw?
Was it a cat I saw?
Was it a rat I saw?
We few.

We sew.
Wet sanitary rat in a stew.
Won’t it now?
Wonders in Italy, Latin is red now.
Wonton? Not now.

Ya, Decaf. FACE DAY!!
Yawn a more Roman way.
Yawn…Madonna fan? No damn way!!
Yo, banana boy!

Zeus was deified, saw Suez.

23.10.09

sen başka bir tanrının kuzususun, görüşmeyelim.

the in again and again is in pain
who?
about funny
sound in love to forget
and expectations land already he's
may to
I'm living all
a house obviously have
kidding i'm
trees must with fairy tales
his can't i
stop you
far away hope
i of the no
him fell weird
dreaming and cats
the to in "am i?"
here and living
serious olive
say and i not
complaints ready earn from
the insane have talent
really to
that's me worries it
impossible with in garden i
man breathtaking have without but
and naive

5.10.09

Nante mudana koto o!

Balıklı bir plak dinliyordum-ahtapotlar ve papağanlar alınmasın. Su içmek için pervanenin arkasına geçtim, işte canavarla ilk defa orada karşılaştım. Tahta bacaklarını -kibirli kibirli- açarak yürüyordu. Bir dilek tutmuştum ve gerçekleşmesine daha dört yüz altmış sekiz gün vardı. Şimdi ölemezdim. Muhteşem bir fikirle uyandım. Bir dahaki sefere kağıttan yaptığım ayakkabılarla kuşbakışı böbrek şeklinde bir ormana gidecektim. Takvimde günü işaretledim. Bir noktaya kadar bisiklete binecektim. O sırada bir gaz bulutu dalgasına yakalandım. Etraf simsiyah oldu. Aynaya baktım elimde hala bir bardak vardı. Kurtarılmak için sistemli bir şekilde ayine başladım. Ütopya denilen şey bir masa örtüsü kadar değerli bu dünyada. Tanrı yeşil bir bitki örtüsünün içinde, tavşanın hemen üzerinde, elinde bir demet nane ile bekliyormuş meğer. Battaniyeye sarındım, üşümüşüm. Yağmur çoktan başlamıştı. Kapıyı açtım, bir tekne ile almaya gelmişler beni-kürekçiler pek huysuz. Şatoya giderken uyandım. Hatayı elimdeki haritaya bakarak anlamaya çalıştım, olmadı. Bu insanlar neler yiyebiliyor bir bilseniz; taş, kirpik...

10.4.09

frontier psychiatrist 3

mavi sevimsiz bir renktir. Kısmet yeni tekerlekler keşfetmekmiş. evsiz çocuklar tarafından negatif suçlamalara maruz kalan sarhoşlar parlak denize beni attılar. gece bardağın yarısı boştu. sessiz şekerler, kişiliksiz deriler ve zararlı zürafalar birleşti. hava sıcakken tam bir işkence olan haritaya bakma işi yine benim başıma kaldı. sudan çıktım ve ağacın altında kırmızı suratlı bir utangaç oturuyordu. küpelerimi çıkarttım, gitmesin diye dua ettim ama gözlüklerimi kaybetmiştim. çok eğlenceliydi.

9.4.09

frontier psychiatrist 2

bin ejderha nazar boncuklarını unuttu. yağmurun yağdığı bir gün piyango normal şanslılara vurdu. negatif ucu kedileri hedef alan elmalar evli olan onu ve ancak dört büyüteçle görülebilecek olan sınırları zorladılar. gözleri üç yüz altmış beş gün açık olan sustu, bir çeşit kaçamak! en yakın ortağı ceketine kereviz döktü ve manzaraya bakarak iki defa küfretti. gereksiz gümüşleri toplayan ve ilişkilerde sıkıcı taraf olan beceriksiz insan mesajı anlamadı. bir uçak geçti. parfümü takip etti, çay içti ve kırtasiyeden bir silgi aldı.

8.3.09

frontier psychiatrist

bin mavi ejderha sevimsizce nazar etti. kısmet şu ki yağmur yeni yağdı.
piyango biletini çekip bir tekerleğin izlediği rotaya girmek normal evlere şans getirebilir ama çocuk negatif bir suçlama karşısında da şaşırabilir.
kedileri sarhoş eden elma kokusu parlak parlak birbiri ile evli yıldızları denizin üzerinde yakalar. ne o ne ben bunu anlar.
dört gece büyüteç yerine bardak kullanarak sınırları çizdim, gözümde sesler büyüdü.
şekerlerden kaçan keşişler 365 gün deri ceket giyerler.
ortak bir zarar vermek üzere anlaşan kerevizler zürafalara gidip manzara hakkında yorum yaptılar.
gereksiz sıcaklarda eriyen gümüşler haritalarla defineler arasında bir ilişki kurdu. su, bu sıkıcı kırmızı durumu daha da beceriksiz ve utangaç birinin ellerine düşmekten kurtardı.
mesajım ağaçlara: "uçakları sevmeyin!". küpelerinize parfüm sıkın, dua etmeden çay içmeyin, gözlüksüz silgi kullanın. eğlenceli olabilir.

26.5.08

Who still considers himself very likeable

XVI

howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl
howl howl howl howl howl howl howl howl


Who still considers himself very likeable

25.5.08

You're deviating

XV

DADA is not a doctrine to be put into practice: Dada - is for lying: a successful business. Dada gets into debt and doesn't live on its well-filled wallet. The good Lord created a universal language, that's why people don't take him seriously. A language is a utopia. God can allow himself not to be successful: so can Dada. That's why the critics say: Dada goes in for luxuries, or Dada is in rut. God goes in for luxuries, or God is in rut. Who's right: God, Dada or the critic?
"You're deviating," a charming reader tells me.
- No no, not at all! I simply wanted to reach the conclusion: Subscribe to Dada, the only loan that doesn't pay.

24.5.08

to be the editorial office and the bathroom of God who every day takes a bath in us in company with the cesspool clearer

XIV

To "prettify" life in the lorgnette - a blanket of caresses - a panoply with butterflies - that's the life of life's chambermaids.

To sleep on a razor and on fleas in rut - to travel in a barometer - to piss like a cartridge - to make faux pas, be idiotic, take showers of holy minutes - be beaten, always be the last one - shout out the opposite of what the other fellow says - be the editorial office and the bathroom of God who every day takes a bath in us in company with the cesspool clearer - that's the life of dadaists.

To be intelligent - respect everyone - die on the field of honour - subscribe to the Loan - vote for So-and-So - respect for nature and painting - to barrack at dada manifestations - that's the life of men.

23.5.08

the chameleon

XIII

DADA is a virgin microbe
DADA is against the high cost of living
DADA
limited company for the exploitation of ideas
DADA has 391 different attitudes and colours according to the sex of the president
It changes - affirms - says the opposite at the same time - no importance - shouts - goes fishing.
Dada is the chameleon of rapid and self-interested change.
Dada is against the future. Dada is dead. Dada is absurd. Long live Dada. Dada is not a literary school, howl.

22.5.08

gentlemen and ladies

XII

gentlemen and ladies buy come in and buy and don't read you'll see the fellow who has in his hands the key to niagara the man with a game leg in the game box his hemispheres in a suitcase his nose enclosed in a chinese lantern you'll see you'll see you'll see the belly dance in the massachusetts saloon the fellow who sticks the nail in and the tyre goes down mademoiselle atlantide's silk stockings the trunk that goes 6 times round the world to find the addressee monsieur and his fiancee his brother and his sister-in-law you'll find the carpenter's address the toad-watch the nerve like a paper-knife you'll have the address of the minor pin for the feminine sex and that of the fellow who supplies the obscene photos to the kind of greece as well as the address of l'action francaise.

21.5.08

brutal

XI

Dada is a dog - a compass - the lining of the stomach - neither new nor a nude Japanese girl - a gasometer of jangled feelings - Dada is brutal and doesn't go in for propaganda - Dada is a quantity of life in transparent, effortless and gyratory transformation.

17.5.08

phlegmatic and insinuating

X

It is certain that since Gambetta, the war, Panama and the Steinheil affair, intelligence is to be found in the street. The intelligent man has become and all-round, normal person. What we lack, what has some interest, what is rare because he has the anomalies of precious being, the freshness and liberty of the great antimen, is

THE IDIOT

Dada is working with all its might towards the universal installation of the idiot. But consciously. And tends itself to become more and more of one.
Dada is terrible: it doesn't feel sorry about the defeats of intelligence.
Dada could rather be called cowardly, but cowardly like a mad dog; it recognises neither method nor persuasive excess.
The lack of garters which makes it systematically bend down reminds us of the famous lack of system which basically has never existed. The false rumour was started by a laundress at the bottom of her page, the page was taken to the barbaric country where humming-birds act as the sandwich-men of cordial nature.
This was told me by a watch-maker who was holding a supple syringe which, in characteristic memory of the hot countries, he called phlegmatic and insinuating.

16.5.08

that's why you're all going to die

IX

There are some people who explain, because there are others who learn. Abolish hem and all that's left is dada.
Dip your pen into a black liquid with manifesto intentions - it's only your autobiography that you're hatching under the belly of the flowering cerebellum.
Biography is the paraphernalia of the famous man. Great or strong. And there you are, a simple man like the rest of them, once you've dipped your pen into the ink, full of

PRETENSIONS

which manifest themselves in forms as diverse as they are unforeseen, which apply to every form of activity and of state of mind and of mimicry: there you are, full of

AMBITIONS

to keep yourself on the dial of life, in the place where you've only just arrived, to proceed along the illusory and ridiculous upward path towards an apotheosis that only exists in your neurasthenia: there you are, full of

PRIDE

greater, stronger, more profound than all the others.


Dear colleagues: a great man, a little one, a strong, weak, profound, superficial one,
that's why you're all going to die.
There are some people who have antedated their manifestos to make other people believe that they had the idea of their own greatness a little earlier. My dear colleagues, before after, past future, now yesterday,
that's why you're all going to die.
There are some people who have said: dada is good because it isn't bad, dada is bad, dada is a religion, dada is a poem, dada is a spirit, dada is sceptical, dada is magic, I know dada.
My dear colleagues: good bad, religion poetry, spirit scepticism, definition definition,
that's why you're all going to die,
and you will die, I promise you.
The great mystery is a secret, but it's known to a few people. They will never say what dada is. To amuse you once again I'll tell you something like:
dada is the dictatorship of the spirit, or
dada is the dictatorship of language,
or else
dada is the death of the spirit,
which will please many of my friends. Friends.