14.12.14

Ne yapayım böyle beni, Tanrım beni baştan yarat

...

The captain nodded. "Tell me about your civilization here," he said, waving his hand at the mountain towns.

"They knew how to live with nature and get along with nature. They didn't try too hard to be all men and no animal. That's the mistake we made when Darwin showed up. We embraced him and Huxley and Freud, all smiles. And then we discovered that Darwin and our religions didn't mix. Or at least we didn't think they did, We were fools. We tried to budge Darwin and Huxley and Freud. They wouldn't move very well. So, like idiots, we tried knocking down religion.

"We succeeded pretty well. We lost our faith and went around wondering what life was for. If art was no more than a frustrated outflinging of desire, if religion was no more than self-delusion, what good was life? Faith had always given us answers to all things. But it all went down the drain with Freud and Darwin. We were and still are a lost people."

"And these Martians are a _found_ people?" inquired the captain.

"Yes. They knew how to combine science and religion so the two worked side by side, neither denying the other, each enriching the other."

"That sounds ideal."

"It was. I'd like to show you how the Martians did it."

"My men are waiting."

"We'll be gone half an hour. Tell them that, sir."

The captain hesitated, then rose and called an order down the hill.

Spender led him over into a little Martian village built all of cool perfect marble. There were great friezes of beautiful animals, white-limbed cat things and yellow-limbed sun symbols, and statues of bull-like creatures and statues of men and women and huge fine-featured dogs.

"There's your answer, Captain."

"I don't see."

"The Martians discovered the secret of life among animals. The animal does not question life. It lives. Its very reason for living_is_ life; it enjoys and relishes life. You see--the statuary, the animal symbols, again and again."

"It looks pagan."

"On the contrary, those are God symbols, symbols of life. Man had become too much man and not enough animal on Mars too. And the men of Mars realized that in order to survive they would have to forgo asking that one question any longer: _Why live?_ Life was its own answer. Life was the propagation of more life and the living of as good a life is possible. The Martians realized that they asked the question 'Why live at all?' at the height of some period of war and despair, when there was no answer. But once the civilization calmed, quieted, and wars ceased, the question became senseless in a new way. Life was now good and needed no arguments."

"It sounds as if the Martians were quite naive."

"Only when it paid to be naive. They quit trying too hard to destroy everything, to humble everything. They blended religion and art and science because, at base, science is no more than an investigation of a miracle we can never explain, and art is an interpretation of that mirade. They never let science crush the aesthetic and the beautiful. It's all simply a matter of degree. An Earth Man thinks: 'In that picture, color does not exist, really. A scientist can prove that color is only the way the cells are placed in a certain material to reflect light. Therefore, color is not really an actual part of things I happen to see.' A Martian, far cleverer, would say: "This is a fine picture. It came from the hand and the mind of a man inspired. Its idea and its color are from life. This thing is good.'"

...

2.12.14

Callan-Symanzik

Expectations will fail in a quantum world.

23.11.14

Delirmeyi mantıklı buluyorum

...

O ağacın altında uzanmaya devam ettim. Yıldızlar aslında nedir size söyleyeyim: Yıldızlar acıdan delirmiş insanların gökyüzüne sıktıkları kurşunların açtığı deliklerdir. Bilim adamları sürekli yenilerini keşfettiklerini söylüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Yukarısı bir gün dümdüz olacak.

...

13.11.14

1 gün 7 dakika

Boğazında düğümlenen hıçkırık olayım
Unutma beni, unutama beni
Gözünden damlayamayan göz yaşın olayım
Unutma beni, unutama beni

Gölgen gibi adım adım
Her solukta benim adım
Ben nasıl ki unutmadım
Sen de unutma beni, unutama beni

Bitmek bilmez kapkaranlık geceler boyunca
Unutma beni, unutama beni
Ayrılığın acısını kalbinde duyunca
Unutma beni, unutama beni

Sevişirken, öpüşürken
Yapayalnız dolaşırken
Unutmaya çalışırken
Unutama beni, unutama beni


6.10.14

Life was given to us a billion years ago. What have we done with it?

Learning's always a painful process. Like when you're little and your bones are growing and you ache all over. Do you believe I can remember the sound of my own bones growing? Like this grinding under the skin. Everything's different now. Like sounds are music that I can understand, like fluids. It's funny, I used to be so concerned with who I was and what I wanted to be, and now that I have access to the furthest reaches of my brain, I see things clearly and realize that what makes us "us" — it's primitive. They're all obstacles. Does that make any sense?
Like this pain you're experiencing. It's blocking you from understanding. All you know now is pain. That's all you know, pain.

8.9.14

Olsun, hatırlanmıyorum diye unutacak değilim

"Sevmeyemek hiç sevmemekten farklı olarak bir zamanlar sevmiş olduğun kişiden sevgini geri çekmek, sevmeyi sürdürememek. Nefret, öfke vb. duygular barındırmaksızın, sevginin sakince azalarak sönmesi durumunda kullanılır; eğer geri çekilen sevgi aşk da içermişse aşkmayamak denir. Rusçada bir zamanlar sevilen ama artık sevilmeyen biri için duyulan hisse razbliuto denirmiş; Yunancadan türetilmiş anagapesis de aynı anlama geliyor."

Çağırmazdım acil olmasa

Görmeyelden yüzünü ben ki nigârınım, sensedim...
Âh u zâr ile geçer bu rüzgârım, sensedim...

(Hümami, 15. yy)

Sensemek: ben'in sen'i özlemesi, canının çekmesi.

30.8.14

Prelude

Eskiden, çok eskiden, yeryüzündeki hayat tanrılar tarafından salıncak misali sallanırken, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağın eteklerinde, başka yerlerdeki hayattan bihaber insanların yaşadığı küçük bir köy vardı.

Dağın kasvetli gölgesinde, dışarıdan hiçbir yabancının gelmediği, içeriden kimsenin göçmediği, gözlerden ırak,  gönüllere sapa, elli haneli bir köy.

Köyde toprak kurak, hayvanlar çelimsiz. Cırcırböceklerinin ötmeye mecali yok, çiçekler tohum saçmaktan çoktan vazgeçmiş. Erkekler göç edemeyecek kadar yorgun, kadınlar doğururken teker teker ölecek kadar güçsüz. Doğan bebekler yaşamaya hevessiz.

Köyden uzakta, uçsuz bucaksız güneşli topraklar diyarında yaşayan ağanın bereketli topraklarında çalışmak için her sabah iki saat yol yürüyen köylüler, aynı yolu akşam oldu mu üç saatte döner, karınları doğru dürüst doymadan, kara bir uykunun kollarında geleceği olmayan bir hayatın düşlerini görmeye dalarlardı. Ve yaşamaktan ziyade ölmeye yatarlardı.

Kadınlar öldükçe, erkekler çöktükçe, bebekler büyümedikçe... köy ıssızlığa doğru giderken...bir gece... Deli Hacer... köy meydanında çırılçıplak soyundu. Elinde bir değnek, kimsenin duymadığı bir müziğin ritminde çığlıklar atarak dans etmeye başladı. Sessizliğe alışkın köyün ıssız gecesinde böyle bir cümbüş, o zamana kadar ne duyulmuş ne görülmüş.

Bildikleri tüm duaları mırıldanarak evlerinden dışarı fırlayan köylüler gördükleri karşısında donup kaldılar.

Hacer... Deli Hacer... Cinli Hacer... etrafında birbirinin aynı küçük billur cücelerle çırılçıplak dans ediyor ve kimsenin bilmediği bir dilde şarkı söylüyor.

Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı
Karanzul vert
Karanzul vert

Hacer... etrafında cüceler... köy meydanında dans ederken... tüm köy halkı yıldızsız gecenin tehditkar karanlığında Hacer'den fışkıran kızıl ateşin karşısında korkudan titreşip dehşetle olan biteni seyrederken... Hacer'in kardeşi Mustafa eve gitti, kurban keserken kullandıkları bıçağı aldı, billur cüceleri yarıp, ya bismillah diye nara atarak kız kardeşinin üzerine çullandı ve onu orada bıçakla parçalayarak öldürdü.

Billur cüceler kayan yıldızlar gibi yok olup gittiler.

Bütün köy bunu gördü.

İşte lanet böyle başladı. Ama bunu anlamaları zaman alacaktı.

Çünkü Hacer'in ölümüyle birlikte, tanrılar sanki bir kurban almışçasına cömertleştiler. Gök yarıldı, yağmur yağmaya başladı. Yer yarıldı, nehirler çoştu. Bir aya kalmadı, kıraç topraklar tahıla boğuldu. Her yerden bereket fışkırıyordu. Erkekler güçlendi, kadınların hepsi birden hamile kaldı... Köylüler artık ağanın hizmetinde çalışmaz oldu. Kendi topraklarında kendilerine yetecek kadar bolluk vardı.

Mustafa erenlere karışmıştı. Kardeşini öldürüp köyü lantten kurtarmıştı. Gece gündüz evinde namaz kılıyor, ona dokunup kutsanmak isteyen insanların hayır dualarını topluyordu.

Ama geceleri kimselere anlatmadığı kabuslar görüyordu.

O zamanlar kimse bilmezdi ikiz kardeşlerin başka kimselerin anlamadığı özel bir dilleri olduğunu... anne karnında birbirleriyle konuşmaya başladıklarını... ömür boyu bu gizli dilde anlaştıklarını... Mustafa... Hacer'in ikiz kardeşi Mustafa, kabuslarda aynı şarkıyı kendisi söylüyordu.

Zebun kimrek atançı
Tartihana burçka formançı
Karanzul vert
Karanzul vert

Beni ağam delirtti
Karnımda onun kötü dölü
Biri beni öldürsün
Biri beni öldürsün

Köylülerin, Hacer'in ölümüyle birlikte lanetlendiklerini, ondan önceki kurak ve tatsız hayatlarının bundan sonrakinden bin kat daha iyi olduğunu anlamaları ve geçmişleriyle birlikte aslında geleceklerini de yitirdiklerini öğrenmeleri bir yıllarını aldı.

O günden sonra hamile kalan tüm kadınlar ikiz çocuklar doğurdular.

Köy halkı bu tuhaf durumdan ürktü. Kadınlar da çocuklarına korkuyla bakar oldular. Korku hayata hakim olunca, yağmurlar yeniden kesildi. Toprak bereketini yitirdi. Köyde yaşam eskisinden beter oldu.

Köyü önce Mustafa terk etti. Sonra diğerleri teker teker evlerinin kapısına kilit vurupuzak diyarlara göçtüler. Ortak tarihlerini kurak topraklara gömdüler. Unutmaya gittiler.

Kimse bir diğeriyle aynı yolu izlemedi. Birbirlerini kaybettiler... Kaybolmak istediler.

Unutarak kaybolunabilir sandılar.

O yıl doğan ikiz çocuklara gelince... anneleri onları diri diri toprağa gömdü. Hepsi Hacer'in laneti diye bildikleri bebeklerini bir yaşına gelmeden kendi elleriyle öldürdü.

Sadece iki bebek sağ kaldı onların içinden; iki erkek bebek...

Bu bebekler büyüyecek ve üreyecek. Kulaklarında hep aynı şarkı, geçmişlerinde ve geleceklerinde ortak lanet.

Biliyor musunuz, Tanrının varlığı tartışılabilir ama kaderi inkar etmeye kimsenin gücü yetmez. Eğer olacakları kendimiz tayin edemiyorsak, her şey isteklerimizden ve hayallerimizden bağımsız, bilidiği gibi vuku buluyor... deli nehir gibi kendi asi yolunu izliyor... nihayetinde hiç aklımıza gelmemiş yerlere varabiliyorsa... kader vardır.

Hayatın bizden bu kadar bağımsız ama bizim adımıza ilerleme gücü her zaman korkutur.

Kimi ruhlar mutlak kadere direnmenin asil hevesini kuşanırlar. Ama içine düştükleri adil bir savaş ya da kuralları kesin bir oyun değildir ki. O yüzden onların hüzünlü yenilgilerini sükunetle ve üzülerek seyrederim.

Benim kaderi yönlendirdiğime de inananlar yok değil. Evet, belki bazılarının aklına girdiğim doğrudur. Görmediklerini gösterdiğim, istemediklerini istettiğim, akıllarını çeldiğim söylenebilir. Ama onların bana kanması da bir kader sayılmaz mı?

Şahbaz'ın varlığı da kaderin akıl almaz bir oyunu olamaz mı?

26.8.14

Bırak küçük dağlar yerinde dursun

Rakıyı sensiz içeyim diye
Köprüyü yalnız geçeyim diye
Küllenip biteyim diye
Sevdirdin kendini biliyorum

8.8.14

böylesi bir kalbi heba ettin


D.B. asked me what I thought about all this stuff I just finished telling you about. I didn't know what the hell to say. If you want to know the truth, I don't know what I think about it. I'm sorry I told so many people about it. All I know about it is, I sort of miss everybody I told about. Even old Stradlater and Ackley, for instance. I think I even miss that goddam Maurice. It's funny. Don't ever tell anybody anything. If you do, you start missing everybody.

30.7.14

nice dağlar koydun, nice, arama

Ender’in unutamadığı şeylerden biri de, Çetin’in bir berber ciddiyetiyle saçını kesitiği gündü. Bundan büyük tören olur mu? Portmanto aynasının karşısında bir sandalyede oturuken, aynada kendisine ve Çetin’e bakıyordu. Çetin, elinde makas,  büyük bir ciddiyetle yapıyordu işini, yere serdikleri gazetelerin üzerinde bir sağına bir soluna geçiyordu, yüzünde beklenmeyen ölümlerin izi, hayatta olmanın güveni ki buna herkesin ihtiyacı var. Yani böyle bir güvene, hayattayım arkadaşımın saçını kesiyorum, hayattayım langırt oynuyorum, hayattayım ‘Kırım savaşı ve Osmanlı-Rus ilişkileri’ konulu bir ödev hazırlıyorum, hayattayım trenlerin altında bozuk para ezdiriyorum, hayattayım bire bir buçuk pirinç pilavı yapıyorum, hayattayım hayattayım.


‘Artık benden çok annesini arıyor.’

Bu aklıma gelince ve bununla birlikte geçmiş de aklıma gelince ve çok süratli gelince, gözleri doldu. Çünkü bir şeyin düşünce olabilmesi için makul bir sürenin geçmesi lazım. Aniden akla geliveren ve düşünceye dönüşmek için kafi zamanı bulamayan şeyler, basınç değişikliği tesiriyle (bizim problemimizde basınç aniden düşüyor, sıcaklık ise sabit) ne olur, sıvı hale geçer ve gözyaşı olarak akar bunu herkes bilsin. Bu böyledir. Gözlerini sil.

---

‘İnsanoğlunda bir ahmaklık var. Öleni, biteni daha çok seviyor, sayıyor.’ diyordu içeride berber.

Hikmet, çenesi göğsüne dayalı, bir dizgi yanlışı kuruyor kafasında:

‘İnsanoğlu olanı biteni daha çok seviyor.’

---

‘Keşke tıp okusaydım.’ O zaman aşka inanmazdı. Kalp vücuda kan pompalar, kalbin karıncıkları, kulakçıkları vardır, bir sorun çıkarsa göğüs kafesi açılır ve kalp dışarı çıkarılır, bir doktor onu elinde tutar, bacaktan aldıkları bir damarı taktıktan sonra kalbi yerine koyarlar. ‘Bir hafta hiç hareket etmeden sırtüstü yatacaksınız.’

---


Onur da sevmişti  Seğmenler Parkı’nı. Her şeyden önce çok az insan vardı ve bahar her yerde bahardı: güzelim İstanbul’da, lanet Ankara’da. Bir bankta oturmuş, saatlerce konuşmuşlardı. Çağla, çok sigara içtiğini söyleyerek Onur’un elinden paketi almıştı, ki bunun ne demek olduğunu anlamak için de hemen sözlüğe bakmak gerekir.

22.7.14

Let me see what spring is like on Jupiter and Mars

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,
Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;
Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;
Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,
Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

20.7.14

Sensiz bir dünyadayım, gerçekten uzak bir rüyadayım, muhtacım

Keman tekrar giriyor ve Başak adımlarını kontrbasa uydurmaya çalışmadan şehrin kalabalık caddelerinde yürümeye başlıyor. Akşam saatleri, hava henüz kararmamış, sıcak. Başak'ın üzerinde lacivert bir pantalon, kolları ve yakası lastikli şeker pembesi bir bluz var. Saçını toplamış, atkuyruğu yapmış. Yürürken kollarından birini daha fazla sallıyor, engebeli bir yolda yürüyormuş da dengesini sağlamaya çalışıyormuş gibi. Başı hafifçe öne eğik yine de herşeye bakıyor. İnsanlara, ağaçlara, afişlere, duvar diplerine... Her köşe başında, daha önce tam orada sevdiği biriyle vedalaşıp ayrılmış gibi kederlenerek veya buluşacağı biri tam o anda orada değilmiş gibi küserek duraklıyor, ama sonra yürümeye devam ediyor. Vitrinlere bakan, alışveriş yapan, art arda sıralanmış duraklarda otobüs bekleyen, onunla aynı yönde yürüyen, farklı yönlere giden insanların arasından, onlara karışmadan geçiyor. Bir yoğunluk farkı var çünkü bu hissediliyor. Başak, duraklara yanaşmaya çalışan otobüslerin, kaldırıma yakın giderek müşteri arayan taksilerin, sokaklardan caddeye çıkmaya çalışan sabırsız otomobillerin önünden karşı kaldırıma koşarken, sanki bir hemzemin geçit çanı çalınıyor: Çan çan çan çan. Pastanelere, çay ocaklarına, kahvelere, birahanelere, lokantalara girip çıkıyor Başak. Bir şey arıyor. Tanıdık bir koku aldığında başını yukarı kaldırıyor, mutlu mu mutsuz mu anlaşılmıyor, aradığını buldu mu anlaşılmıyor, çünkü Başak bu, bazen kardeşçe dokunabilir yaranıza bazen de çapkınca gülümseyebilir uzaktan ama çok uzaktan, seslenir gibi, uzakta dur yakını göremiyorum, diye seslenir gibi seviyor mu nefret mi ediyor belli değil. Çünkü Başak bu, bir işporta tezgahında dönüp duran oyuncak treni seyreden, alçıdan yapılma köpek, ördek, melek heykellerine bakan, çiçekçi kulübelerinin yanından geçerken içinde bir boşluk hisseden Başak. Baksa şehir yerinde değilmiş, gökyüzü yerinde değilmiş gibi bir boşluk. Üzerine bir kedi sıçramış da bütün kuşlar korkup uçmuş uzağa, öyle bir boşluk; Başak muhtemel bir ufuktan yoksun kalmış, üzülmüş bir süre yokuş aşağı, sokağın sonundaki kahveye doğru, darmadağın olmuş sandalyeler çay bardakları, öyle bir boşluk, ta burdan oraya kemandan piyanoya şarkının başından sonuna.

...

"Isıtan bir şeyden değil yakan bir şeyden söz ediyoruz. Kusura bakma ama Selma, Umut gibi insanlar kimseyi mutlu edemez, kendileri de mutlu olamaz. Bu tür insanların en çok duymak istedikleri şey, 'Böyle bir dünyada yaşaman mümkün değil' cümlesidir. Bunu büyük bir övgü olarak görürler..."

Selma dinlemiyordu. Umut'un boş bir meze tabağının altına sıkıştırdığı paraya bakıyordu. Böylesi daha mı iyi, diye düşünüyordu, o yakıcı sıcaklığın geride kalması. Vücudunda bir yerlerde, kalbinde değil başka bir yerde, küçük, sıcak olamayacak kadar küçük bir noktaya dönüşmesi Umut ile yaşadıkları her şeyin. Daha mı iyi çıplak ayaklarını yakan geniş kumsalın bitmesi?

Çünkü sonrası büyük, soğuk deniz.

...

Ve ben bir adım atarak korkuluğa yaklaşacağım, saçlarımı balkondan aşağıya sarkıtacağım, kendimi boşluğa bırakacağım. Yolda karşıma iyi niyetli biri çıkacak ve soracak olursa, aşağıdaki insanları gösterip, bir süre yere paralel gittikten sonra onlara anlayamayacakları şeyler anlattım, diyeceğim. Öyle olsun.

2.7.14

Kulların kullara ettiğini etmiyor en zalim harı ateşin

...Peki doktorcuğum şu fikre ne dersin; ben ölünce içimdeki şarkıları sen al. Evet hepsini alabilirsin. Sözleriyle, melodileriyle, ritimleriyle, hatta istersen sırlarıyla birlikte veririm sana. Hadi gel şimdiden planlayalım herşeyi birlikte. Diyelim ki üç gün sonra öldüm. Çenemi sen mi bağlayacaksın, başkası mı? Deliklerime pamukları kimler sokacak? Kan akacak mı hiç doktorcuğum? Ölürken insan mutlaka kanar diye okumuştum bir yerde ama inanmamıştım. Ölüyorum diye neden kanayayım ki. Can ille de kanla mı çıkar vücuttan. Saçmalık. Ama yine tüm deliklere pamuk tıkayacaklarını biliyorum. O pamukları tek tek sen tıka doktorcuğum çocuğum. Çenemi de sen bağla. Akacaksa kan, senin avucuna aksın rica ederim. O sırada şarkılarımı da alırsın. Hepsini teker teker. Nasıl olacak der gibi bakma öyle lütfen. Sana en değerli şeyimi bırakıyorum. İçimdeki şarkıları. Tam iki yüz yetmiş altı şarkı. Hepsi başka başka dillerde. Çince bile var içinde. Ama ben en çok fransızcaları severim.
Je ne veux pas travailler… Çalışmak istemiyorum… Je ne veux pas déjeuner, Kahvaltı etmek de istemiyorum, Je veux seulement oublier, sadece unutmak istiyorum… Sadece unutmak. Hani derler ya insan ölürken hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçermiş, yok çocuğum, yalan. Ben ölüyorum ve hayatım bir film şeridi gibi gözlerimin önünden falan geçmeyecek. Hissediyorum. Ben unutmak istiyorum doktorcuğum. Eskiden olan her şeyi unutmak. İnsan ölürken geçmişi hatırlarsa çok üzülür değil mi? İnsan ölürken kendi kendini niye üzsün ki. Je veux seulement oublier… Ah doktorcuğum o şarkıyı alırken içimden dikkat et çok güzel bir cümle vardır, o düşmesin: Vie qui veut me tuer, beni öldürmek isteyen hayat, c’est magnifique, muhteşemdir. Çocuğum hayat gerçekten muhteşemdir. Şarkılar da muhteşemdir ama hayat onlardan daha muhteşemdir. Hayat bu kadar muhteşem olmasaydı çocuğum, o şarkıları söyleyecek, o şarkıları melodi melodi ezberleyecek şevki nasıl bulabilirdik, değil mi ya.
Kaç gün kalmıştı ölmeme doktorcuğum. Daha beş gün vardı değil mi? Bu beş günde istersen şarkıları yavaş yavaş al içimden. Doğurduğum çocukların hiçbirini öyle çıkarmadılar. Hep zorla, çekiştirerek, hoyratça, ellerini, kollarını, başlarını koparttılar çocuklarımın. Teker teker öldü hepsi. Kimi doğarken, kimi büyüyünce, ama hepsi benden önce. Çünkü rahmimden çıkarırken hiç özenmediler onlara doktorcuğum. Herhangi bir şey doğuyormuşum gibi davrandılar. Herhangi bir şey! Sonra hepsini öldürdüler. O yüzden çocuğum, ben ölmeden önce usulca çıkar içimden şarkıları. Ki çıkarken ölmesinler. Ya da yıllar sonra okulun bahçesinde vurulmasınlar. Bir tanesini astılar biliyor musun? Evet darağacında sallandırdılar. Orasına burasına pamuklar tıkayıp boynunu kırdılar. Dili dışarı çıktı. Gözleri fırladı yuvalarından boynu kırılırken. Kemiklerinin çıtırdama sesini duyduk hepimiz. Ah ne feci öldü asılan oğlum. İçinde üç beş şarkı, onların da çoğu marştı. Dağıldı gitti ahşap zeminde, gözümün önünde.
Bir kızımı da öldürüp sokak ortasına attılar. Delik deşikti yavrucağım. Onun içinde de bir sürü türkü. Hepsini ben ezberlettimdi. “Aynalı körük olmazsa ben gelin gitmem, ud kemani çalmazsa aynalı körüğe de binmem”. Neşeli türküler. Hüzünlü türküler. Şakacı türküler. Kimbilir nerede öldürüp sokağa attılar bebeğimi. Türküler dağıldı gitti dört bir yana. Fareler kemirdi içindeki davulları, kemençeleri, bağlamaları, sazları…
Doktorcuğum, çocuğum sahi iki güne kalmaz ölür müyüm? Ne güzel. Oradan sana ne getirmemi istersin? Hadi utanma, söyle. Ben gittiğim hiçbir yerden eli boş dönmem. Bir keresinde Sivas’tan tabutla dönmüştüm. İçi silme ceset dolu ceviz ağacından yapılmış ahşap sarısı şahane bir tabut. Otobüse zar zor koymuştuk tabutu. Hem ağırdı, hem de yaz günü içindekiler çok fena kokuyordu. Kaç kişiyi sığdırmıştık hatırlamıyorum ama içindekilerden biri benim sarı oğlumdu. Yanarak ölmüş, küle dönmüş, sarısı kapkara, 20 yaşında akıllı mı akıllı bir oğlan. Onla birlikte şarkıları da yanmış, öyle söylediydi avukat. Her şey yanmış onla birlikte. Geçmiş yanmış, gelecek yanmış, hayaller yanmış, e tabii o hengamede şarkılar sağsalim kalacak değil ya, içindeki şarkılar da yanmış. Kader bu doktorcuğum, alınyazısı. Yandı mı yanıyor çocuk da şarkı da. Ve ben, inanır mısın, tüm çocuklarını gömen ben, hepsinin arkasından mevlüt okuttum. Ay doktorcuğum çocuğum, içimde o şarkılarla birlikte okuttuğum mevlütler de olacak, rica etsem onları alıp ayrı bir yere koyar mısın ben öldükten sonra. Yatağın altına mesala, ya da tavanarasına, çöpe bile atabilirsin, yanıyorlarsa yak, uçuyorlarsa uçur, yüzüp yüzemediklerine bakmadan at denize. Gitsinler. Nereye giderlerse gitsinler. Ama benden sana tavsiye, onları muhafaza etme içinde. Fena oluyor insan. Ölümü hatırlatıyorlar devamlı yaşayana. Oysa je veux seulment oublier çocuğum. Seulment oublier.
Ne dersin birazdan ölür müyüm ben artık? Pamukları onun için mi hazırlıyorsun? Çenemi neyle bağlayacaksın? Bir sargı bezi belki. Nasıl, böyle sırt üstü yatmaya devam edebilirim değil mi ölürken? Ya da kalksam, ayakta ölsem? Ortanca oğlan ayakta ölmüş. Ayakta değil de daha doğrusu askıda. Kalbi dayanmamış verdikleri elektriğe. Hep yanıklar vardı bileklerinde. Gördüm tabii cesedini. Çok yakışıklıydı. Kalın kaşları, kalın bıyıkları, iştahlı dudakları vardı. Uzun boyluydu, kaderiniz benzemesin ama seni andırıyordu doktorcuğum. Aslında hepsi yakışıklıydı ölen çocukların. O tabuttakiler, darağacındakiler, yanıp kül olanlar, kanat çırpıp uçanlar, kaybolanlar, sakat kalanlar… hepsi senin gibi yakışıklıydı doktorcuğum çocuğum. Ve içleri şarkılarla doluydu.

Sahi insan ölünce içindeki şarkılara ne oluyor, sen bilirsin? Ölüden avucuna hiç şarkı döküldü mü daha önce? Benim döküldü. Küçük oğlum öldüğünde, avuç avuç ninni döküldü avucuma. Bir zamanlar ona söylediğim ninniler, balkan ninnileri, rus nininleri, afrikalı annelerin nininleri, çinli kadınların ninnileri, okyanusta küçücük bir adada bir annenin çocuğuna söylediği ninni bile vardı dökülenler arasında. Ah doktorcuğum, Allah kimseye evlat acısı vermesin. O ninniler nasıl insanın içini acıtıyor bilemezsin. Benden de çıkarsa al o ninnileri olur mu, sakın atma. Gün olur kullanırsın. Sen de çocuğuna söylersin. Benden sana bir nasihat, çocuklarının içini ne yap et şarkılarla doldur, olur mu doktorcuğum. Bak benim içimde kaç bin tane şarkı birikmiş. Ne güzel değil mi? Binlerce dilden, binlerce şarkı...

22.6.14

I'm doused in madness, can't lose the sadness

insan bazen gerçekten çok üzülüyor.
insan bazen gerçekten çok mutsuz oluyor.

18.6.14

kezzapla mayonez getir be garson

Çok şey gördüm yüz üstü gömün beni
Mezar taşıma unfaithfull yazın
Dünya dert görsün
Kan bile kanıyor benim içimde

Mimikten, görüntüden yoksun, sadece sesten oluşan konuşmalarımız bir yere varmıyor. Cümleler uzuyor, sakız oluyor, sona doğru yaklaştıkça konu manasını kaybediyor -eğer en başta manasız değildiyse elbette. Bir eşiği geçemedik. Bu eşikte yüz kilometreler, dar saatler, sınırlı karakterler (140) yaşıyor. Yüz kilometrelerin yanakları biraz kırmızı, dar saatler kısa boylu, sınırlı karakterler çok gürültücü. Eşiğin tabanı yemyeşillerden sarmaşıklarla kaplı, insanın ayağına dolaşıyorlar. Göğü mavi, ara sıra bulutlu. Bazen de sis basıyor eşiği, göz gözü görmüyor.

Umarım bir gün kilometreler azalamasa da saatler genişler, karakterler sınırsızlaşır. Tek şarkı ile olmaz, daha balıklarımızı bile söylemedik.

12.6.14

senin kalbin ahşapçaymış

Ne içimden birşey yazmak, ne düşünmek ne de dilemek geliyor.
Günlerim üzülmek, sinirlenmek, bulunduğum yeri, yaptığım şeyi terk etmek istemek ve yemek yemekle geçiyor. (Sindirim sistemi faaliyetlerini geçiyorum, ama uyku yok maalesef)

Dün rüyamda ömrümün sonuna kadar yalnız kaldığımı gördüm.

Sanki kalabalık olsak bile yalnız değilmişiz gibi, hah!

2.6.14

You can't get here fast enough


What is your mission among us, you daughters of ancient Henna, you agents of the harvest moon? Are those star maps that your freckles replicate? How do you explain the fact that you live longer than average human? Where did you get such sensitive skin? And why are your curls the same shade as heartache?

26.5.14

ah ya o uzaya gidilecek, ya o uzaya gidilecek

Wandering stars, for whom it is reserved
The blackness of darkness forever

15.5.14

yatacak yeriniz yok

Downpressor man, where you gonna run to?
Tell me, downpressor man, where you gonna run to on that day?

If you run to the sea the sea will be boiling on that day

If you run to the rocks the rocks will be melting on that day

And if you make your bed in hell, I will be there
Make your bed in hell, I will be there
I said, make your bed in hell, I will be there on that day

13.5.14

Yıldızlara baktırdım, fallarda çıkmıyorsun

Düğmem kopuk paçam sökük
Oramda buramda çengelli iğneler
Bir de çengelli iğne nazar bozar derler