31.8.07

Le Vaisseau Fantome

Küçük bir gemi vardı
Yaşlı vampir Ugolin'in gemisi
Çocuklarıyla açıldı denize bir gün
Bedava gezdirmekti bahanesi

Derken kiler boşaldı, erzak tükendi
Beş altı hafta geçmişti aradan
"Üzülmeyin" dedi yaşlı Ugolin
"Hiç tiksinmedim ben çocuklarımdan"

Yalnızca gereklilik bu, incelik de denebilir
İşte kısa çöpü çekti çocuklardan biri
Gerçek bir baba, barış içinde
Ancak böyle hazmedebilirdi sevgisini

Yani şu efsanevi Ugolin, şu ince ruhlu adam
Babasız kalmasınlar diye tabii ki
Oturup tek tek çocuklarını yedi

Ah! Hatırladıkça kanatır benim de yüreğimi

28.8.07

welcomesandman#19

o/ben/cadıyız/o gündüz görünmüyor/gündüz görünemeyecek kadar güzel/siyah cübbelerimiz var/ bir adamı doğru yola döndürme çabası içindeyiz/adam hayır der/adamın kafasını keseriz/başı yerden geriye bindiği ata doğru yükselir/adam eyerin üzerinde yatarken kafası gelip ters olarak yerine oturur/şeytanın ordusuna katılmıştır artık/ortalık aydınlanır/atlı başka adamlar etrafımızı sarmıştır/bağırarak kafası ters adamı alıp giderler.



*Moment adında bir kavram: ne otobüste çıkar karşınıza ne sinemada. Kimse birbirini öldürmez moment yüzünden. Bizim sınıfta biri vardı: momente inanmıyorum diye tutturmuştu. Ben nefret ediyorum momentten: günümü zehir ediyor.*

27.8.07

ama kralın köpek sıkıysa at taşı

Peki bu konuda ne biliyordum ki ben, ne kadar zavallı bir aptaldım, acaba bir fikrim var mıydı, acaba ona vaat edecek herhangi bir şeyim var mıydı?... Acaba benim kafamdan mı çıkıyordu bu siktiğim sesler?... Dudaklarımı vahşice ısırdım, aksi takdirde benim durumumda ona ninni söylemem ya da papatya çayı teklif etmem gerekiyordu. Yanı başında kaldım, gergin ve sessizce, kuzey kutbunda buzdolabı ne kadar gerekiyorsa ben de burada aşağı yukarı o kadar işe yarıyordum. Uykuya daldıktan epey bir süre sonra ışığı söndürdüm ve karanlıkta gözlerimi kocaman açtım, bir iblis ordusunun karanlıktan fışkırmasını bekledim. Ne yapacağımı bilemeyeceğimden emindim.

----

Ona yanıldığını ya da herşeyin yoluna gireceğini kanıtlamak için yenik düşmüş fikirlerimle ortaya çıkmanın bir anlamı yoktu. Her zaman, üçüncü derece bir yanığı iyileştirmek için elinde bir bardak suyla orta yerde bitiveren bir alık bulunur. Mesela ben.


24.8.07

Not one day goes by that I don't know that I'm dying

Günün merkezinde, kaplumbağa gibi kabuklu bir kınkanatlıya binmiş giden göçmen bir sardalya sürüsünün arasına tıkılmış, uzun ve tüysüz boyunlu bir horoz aniden içlerinden birine, sakin tabiatlı birine yönelik bir tirada girişti; konuşma tarzı, itirazla nemlenmiş havada kat kat açıldı. Sonra, bir hiçliğin çekimine kapılan yavru kuş, kendini bu hiçliğe yuvarladı.
Şehrin çıplak çölünde, onu tam tamına aynı gün tekrar gördüm; kendisine, beş para etmez bir düğme nedeniyle haddi bildiriliyordu.

: armağan ekici'ye saygılar :

23.8.07

the only thing that scares me is Keyser Söze

“The greatest trick the Devil ever pulled was convincing the world that he didn't exist.”

22.8.07

Oh my God, please take me now.

Aslan soyunun pençeleriyle toprağı deştiği ve ona boyun eğen öbür hayvanlarla birlikte, kazdığı mağaralara gömüldüğü görülecek.

Karanlıkları giyinmiş hayvanlar çıkacak topraktan ve insan soyuna amansızca saldıracaklar; vahşi ısırıklarından kanı zehirlenecek, acımasızca sömürülüp yenecek.

Korkunç kanatlı yaratıklardan oluşan bir kabile geçecek gökten, insanlara ve hayvanlara saldıracaklar, çığlıklar atarak azık edecekler onları; işkembelerini kıpkızıl kanla dolduracaklar.

I 63 (15) r.

İnsanların parçalanmış etlerinden kan fışkırdığı ve tenlerini ıslattığı görülecek.

Öyle amansız bir hastalığa yakalanacaklar ki tırnaklarıyla yırtacaklar tenlerini: uyuz olacaklar.

Bitkilerin yaprak vermediği, ırmakların akarken donup kaldığı görülecek.

Denizlerin suyu göğe yükselip en yüce dağ doruklarını aşacak,sonra da insanların evleri üstüne dökülecek: bulut biçiminde.

Ormandaki en ulu ağaçların, rüzgarın önünde doğudan batıya sürüklendiği görülecek: denizler ötesine.

İnsanlar kendi yiyeceklerini yerlere atacaklar: ekerek.

I 63 (15) v.

21.8.07

what happened to the golden ball?


Gulietta'nın Prenses Leigh-Cheri'ye, Prenses Leigh-Cheri'nin de King County Hapishanesi'nde Bernard Mickey Wrangle'a nam-ı diğer Ağaçkakan'a anlattığı masaldır:

Bir zamanlar, çok uzun yıllar önce, insanın istediği şey için dilek tutmasının hala işe yaradığı günlerde bir kral yaşarmış. Kralın bütün kızları güzelmiş ama en küçüğü öylesine güzeller güzeliymiş ki, çok şeyler görüp çok azını unutmuş olan Güneş bile onun yüzüne her ışıdığında hayret edermiş.
Bu kızın çok beğendiği bir oyuncağı, tüm kalbiyle sevdiği altın bir topu varmış. Sıcak günlerde sarayın yakınındaki ormana gider, bol yapraklı bir ağacın gölgesinde altın topunu saatlerce havaya atıp tutarmış. Ormanda bir pınar varmış ve prenses genellikle pınarın başında oynarmış. Susayınca serin sudan içebilsin diye.
Günlerden bir gün altın top genç kızın küçük ellerine değil de yere düşmüş ve pınarın içine zıplamış. Top suya batarken prenses onu gözleriyle takip etmiş ama pınar çok derinmiş ve top çok geçmeden gözden kaybolmuş. Pınarın dibini görmek mümkün değilmiş. Bunun üzerine prenses ağlamaya başlamış, sanki küçük kalbi kırılmış gibi giderek daha yüksek sesle feryat etmiş.
Bu halde topunun yasını tutarken, gırtlaktan çıkan bir sesin kendisine seslendiğini işitmiş. 'Ey, kralın kızı, ne oldu? Daha önce hiç böylesine çok ağlayan birini işitmemiştim.'
Prenses sesin nereden geldiğini anlamakiçin etrafına bakınmış ama tek gördüğü, koca çirkin kafasını suyun dışında tutan bir kurbağa imiş. 'Ah, sen miydin, vırak vırak kardeş.' demiş prenses. 'İlla ki bilmek istiyorsan, ağlıyorum, çünkü harika altın topum pınara düştü ve öylesine battı ki, onu asla çıkaramayacağım.'
'Sakin ol, ağlama. Galiba sana yardım edebilirim. Oyuncağını kurtarabilirsem bana ne vereceksin?'
'Ah, ne olursa, ne olursa. En çok neyi istersen, sevgili kurbağa. Güzel elbiselerimi, incilerimi, at arabamı, hatta şu başımdak, mücevher kaplı tacımı bile.'
Kurbağa şöyle yanıtlamış: 'Elbiselerin, incilerin, hatta tacın bile benim hiç işime yaramaz ama bak ne diyeceğim. Eğer bana sevgi gösterip oyun arkadaşın ve eşin olmama izin verirsen, küçük masanda yanında oturup küçük tabağından yemek yememe, küçük bardağında su içmeme ve küçük yatağında yanında uyumama izin verirsen o zaman ben de doğru suyun dibine dalar, altın topunu geri getiririm.'
Prenses gözyaşı dökmeyi hemen bırakmış. 'Elbette, ' demiş. 'Elbette. İstediğin her şeyi yapmaya söz veriyorum, yeter ki topumu geri getir.' Ama içinden şöyle düşünmüş: 'Bu aptal yaratık amma saçma konuşuyor. Öteki kurbağalarla birlikte yüzüp vıraklamaktan başka bir şey yapabilir sanki, herhangi birinin eşi olabilir sanki!'
Ancak kurbağa prensesin söz verdiğini duyar duymaz yeşil kafasını suyun altına sokmuş ve pınarın içine dalıp gözden kayolmuş. Uzunca bir süre gibi gelen bir zamandan sonra sular sıçratarak geniş ağzında altın topla birlikte suyun yüzeyine çıkmış. Topu otların üzerine fırlatmış.
Kralın kızı topuna kavuştuğu için tabii mutluluktan uçmuş. Topu avuçlarıyla yakalamış, havaya atıp tutarak saraya doğru koşar adım uzaklaşmaya başlamış.
'Dur, dur!' diye bağırmış kurbağa. 'Beni de al. Senin kadar hızlı koşamam.'
Gelgelelim kurbağa boşuna yalvarıp yakarmış; çünkü ne kadar vırakladıysa da prenses hiç kulak asmamış. Telaşla evine doğru gitmiş, çok geçmeden zavallı kurbağayı tamamen unutmuş. Kurbağa tahminen pınarda yaşamayı sürdürmüş.
Ertesi gün prenses, kral ve maiyetindekilerle birlikte masada oturmuş, güzel bir akşam yemeği yerken mermer merdivenlerden hızlı ve hafif bir patırtı gelmiş, ardından kapının vurulduğu ve bir sesin bağırdığı işitilmiş: 'Kralın en küçük kızı, içeri al beni!'
Prenses gelenin kim olduğunu anlamak için haliyle kapıya gitmiş ama kurbağayı orada nefes nefese otururken görünce kapıyı yüzüne çarpmış. İçi epey huzursuz, yemeğinin başına dönmüş.
Onun biraz garip davrandığını ve kalbinin hızlı attığını farkeden kral, 'Evladım neden korktun? Kapıda seni alıp götürmek isteyen bir dev mi vardı?' demiş.
'Hayır.' diye cevap vermiş prenses. 'Dev değildi, iğrenç bir kurbağaydı sadece.'
'Öyle mi? Peki ne istiyormuş kurbağa?' diye sormuş kral.
Kralın en küçük kızının gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış. Dayanamayıp önceki gün pınarın orada olan her şeyi anlatmış. Sözlerini bitirince 'Ve şimdi burada, kapının önünde, içeri yanıma gelmeyi istiyor.' diye eklemiş.
Sonra herkes kurbağanın yeniden kapıyı vurup bağırdığını işitmiş:

En küçük kızı kralın,
Açın kapıyı açın!
Ne söz vermiştin bana
Derin pınarın başında?

'Verdiğin söze saygı duymalı ve onu daima tutmalısın,' demiş kral sertçe. 'Derhal gidip kurbağayı içeri al.'
Bunun üzerine prenses gidip kapıyı açmış. Kurbağa içeri zıplamış, prensesi sandalyesine dek hemen arkasından izlemiş. Sonra başını kaldırıp ona bakmış ve 'Beni kaldır da yanına oturayım.' demiş. Ama prenses kral emredene dek onu yukarı kaldırmayı geciktirmiş.
Kurbağa sandalyeye oturur oturmaz masaya çıkamayı istemiş, masanın üzerine oturup acıkmış bir halde etrafına bakınmış. 'Tabağını birazcık yaklaştır da birlikte yiyelim.' demiş.
Prenses isteksizce dediğini yapmış ve kurbağa iştahla karnını doyurmuş. Prensesin ise lokmaları boğazına dizilmiş.
'Tıka basa doydum,' demiş kurbağa sonunda. 'Yorgunum. Beni odana taşıyıp yumuşacık yatağını hazırlaman gerek, ki yatıp uyuyabilelim.'
Prenses söylenmeye, inlemeye, ağlamaya, sızlanmaya başlamış. O soğuk, ürpertici kurbağayı güzel, temiz yatağında istemiyormuş. Kral ona kızmış. 'İhtiyacın olduğu bir anda ona bir söz vermişsin,' demiş. 'Şimdi ne kadar tatsız olsa da sözünü tutmak zorundasın.'
Prenses yüzünü korkunç bir ifadeyle buruşturup kurbağayı almış ve üst kata taşımış, onu bir köşeye pis bir çarşafın üstüne yerleştirmiş. Sonra yatağın içine girmiş. Ancak daha uykuya dalmadan kurbağa pıt pıt başucuna gelmiş. 'Beni yanına al, yoksa babana söylerim.' demiş.
Prensesin canına tak etmiş. Öfkeden deliye dönüp kurbağayı yakalamış. 'Hayatımdan defol, seni yapışkan kurbağa!' diye haykırmış. Var gücüyle kurbağayı duvara fırlatmış.
Kurbağa yere düşünce artık kurbağa değilmiş. Gözleri sevgi dolu, güzel gülümseyen bir prense dönüşmüş. Kurbağa prens, prensesin elini tutmuş, kindar bir cadının kendisine nasıl büyü yaptığını ve onu masum güzelliğiyle ancak prensesin kurtarabileceğini anlatmış. Sonra ona evlenme teklif etmiş, prenses de babasının rızasıyla onunla evlenmiş. Ve birlikte prensin ülkesine gitmişler, oranın kral ve kraliçesi olmuşlar, ondan sonra hep mutlu yaşamışlar.

10.8.07

just another false alarm

Albert Camus wrote that the only serious question is whether to kill yourself or not. Tom Robbins wrote that the only serious question is whether time has a beginning and an end. Camus clearly got up on the wrong side of bed, and Robbins must have forgotten to set the alarm.

*Neden köşeme çekilip ölümü beklemesini bilmiyorum da insanların yaşantılarına burnumu sokuyorum? Sonra da davranışlarına katlanamıyorum? Bu gidişle ben böyle yaşamaya devam edersem, ölümün geleceği falan yok.*

9.8.07

hey hey hey i hate the world today


*Olmayan bir mesele için düşünce tarihinin insanı yücelten gelişimini bozamayız. Siz kendini şövalye sanan Don Kişot gibi ilginç de değildiniz üstelik. Özür dileriz, bizi rahatsız etmeyin. Düşünecek meselelerimiz var. Her gün yüz binlerce insan ölüyor. Ancak ilginç olanlarla ilgilenebiliriz. Next please!*

8.8.07

all my heroes are weirdos

Bir Fama'nın duvar saati vardı ve her sabah onu özenle kurardı. Bunu gören Cronopio gülmeye başladı, evine dönüp enginar-saati ya da cynara icat etti, her iki türlü de söylenebilir.

Cronopio'nun enginar-saati, duvarda bir deliğe sapından tutturulmuş çok iri cins bir enginardır. Enginarın sayısız yaprağı hem şimdiki saati, hem de aynı zamanda bütün saatleri gösterir, öyle ki saatin kaç olduğunu öğrenmesi için Cronopio'nun yapraklardan birini koparması yeterli olur. Soldan sağa doğru kopardığından, yaprak hep doğru zamanı gösterir ve her gün yeni bir yaprak dizisini koparır. Tam ortasına geldiğinde zamanı ölçmek artık olanaksızdır ve merkezdeki sonsuz mor gülde uçsuz bir mutluluğu keşfeder Cronopio. Daha sonra onu sirkeli sosla yer ve deliğe başka bir saat yerleştirir.

7.8.07

Vincent's favorite author is Edgar Allan Poe


Vincent Malloy is seven years old
He's always polite and does what he's told
For a boy his age, he's considerate and nice
but he wants to be just like Vincent Price

He doesn't mind living with his sister, dog and cats
though he'd rather share a home with spiders and bats

There, he could reflect on the horrors he's invented
and wander dark hallways alone and tormented

Vincent is nice when his aunt comes to see him
but imagines dipping her in wax for his wax museum

He likes to experiment on his dog Abercrombie
in the hopes of creating a horrible zombie
so he and his horrible zombie dog could go searching for victims in the London fog

His thoughts though aren't only of ghoulish crimes
He likes to paint and read to pass some of the time
While other kids read books like "go Jane go"
Vincent's favorite author is Edgar Allan Poe

One night, while reading a gruesome tale
He read a passage that made him turn pale
Such horrible news he could not survive
for his beautiful wife had been buried alive
He dug out her grave to make sure she was dead
unaware that her grave was his mothers flower bed

His mother sent Vincent off to his room
He knew he'd been banished to the tower of doom
Where he was sentenced to spend the rest of his life
alone with the portrait of his beautiful wife

While alone and insane, incased in his tomb
Vincent's mother bursts suddenly into the room
She said, "If you want to, you can go out and play.
It's sunny outside and a beautiful day."

Vincent tried to talk, but he just couldn't speak
The years of isolation made him quite weak
so he took out some paper and scrolled with a pen,
"I am possessed by this house and can never leave it again."

His mother said, "You are not possessed and you are not almost dead
These games that you play are all in your head
You're not Vincent Price, you're Vincent Malloy
You're not tormented or insane
You're just a young boy
You're seven years old and you are my son
I want you to get outside and have some real fun."

Her anger now spent, she walked out through the hall
and Vincent backed slowly, against the wall
The room started to sway, to shiver and creek
His horrid insanity had reached it's peek

He saw Abercrombie, his zombie slave
and heard his wife call from beyond the grave
She spoke from her coffin and made ghoulish demands

While through cracking walls reached skeleton hands
Every horror in his life that had crept through his dreams
Swept his mad laughter to terrified screams

To escape the madness he reached for the door
but fell limp and lifeless on the floor

His voice was soft and very slow
As he quoted "The Raven" from Edgar Allan Poe,
"And my soul from out that shadow that
lies floating on the floor
shall be lifted - - nevermore!"

6.8.07

uçları kırık saçları gibi

Efsane şöyle: Zaman darlığı nedir bilmeyen Apollon bir gün, şu yeryüzündeki yaratıklar ne yapıyor diye dönüp bakınca gördü ki herkes kendi kaderini kovalamakla meşgul - hepimizin yapmak zorunda olduğu gibi. Gözü Kassandra'ya ilişince, kız da çok hoş, "Gel bi sevişelim ha, ne dersin?" dedi, "Bir şey kaybetmezsin, sana kehanet gücü vereceğim." "Nasıl istersen, benim için farketmez," dedi, Kassandra. Ama bir kez alacağını aldıktan sonra atlattı onu, kendini ona vermedi. Apollon çok öfkelendi. İntikam duyguları da kabardı: o zamanlar pek beğenilen bir nitelik. "Bir öpücük ver bari," dedi Apollon. Kassandra da bunu kabul etti. Sarılma sırasında Apollon, verdiği armağanın yarısını geri aldı: Kassandra geleceği görecek ama kimse ona inanmayacaktı.

Efsanenin bazı versiyonları Apollon'un onun ağzının içine üflediğini söyler; aynı derece terbiyeli başka versiyonlar ise `onun nefesini kendi içine çekti' der. Aslında, galiba olan şuydu: Apollon onun ağzına tükürmüştü - bir yılan gibi.

Yılanlarla Kassandra'nın kökenine ilişkin hikayeler hep birbirine dolanır. Kassandra ile ikiz erkek kardeşi bebekken, anneleriyle babaları, bir akşam, çılgın bir partiden sonra sarhoşluğun unutkanlığı içinde onları bir tapınakta bırakıp gitmişlerdi. Utanç içinde çocuklarını almaya geldiklerinde `tapınağın kutsal yılanları onların kulaklarını yalıyordu'. Kassandra'nın kehanet gücünün buradan geldiğini söyleyen bir versiyon da budur.

Troya kralı Piramos'un kızı, Kassandra, `saçları fırtınadan dağınık' az sonra başlayacak olan korkunç savaşı önceden haber verdi ama kimse aldırış etmedi. Troyalıların önünü ardını çok fazla düşünmeden giriştikleri bazı eylemler de bu korkunç savaşın başlamasına yardımcı oldu; bütün suç güzel Helena'da değildi. Her iki tarafta da insanlar bu savaşın olması kaçınılmazmış gibi davranmayı sürdürdüler -öyle yapmaları da gerekiyordu sanki. Ve böylece savaş başladı. Sonra da sürüp gitti.

Savaş sırasında bizim işbirlikçilik diyebileceğimiz türden bir sürü olay oldu. Kassandra'nın kendisi, Troya kralının kızı, saldırgan güçlerin kralı Agamemnon'dan iki çocuk sahibi oldu. Helena... Neyse şimdi, Helena olayı ilginçtir. Masalın kısaltılmış ya da çocuklara uyarlanmış biçiminde, Helena elden ele dolaşan, üzerine zar atılan, kıskanılan, uğruna dövüşülen ve hiçbir zaman suçlanmayan edilgin biridir: taş bebek ya da içkin bir kutsallıkla tebessüm eden bir heykel gibidir. Helena tanrısaldı, Zeus'un kızı olduğu için. Tanrısal olduğu için mi güzeldi yoksa güzel olduğu için mi tanrısaldı? Bütün Troya'nın ona aşık olduğu söylenirdi: bu biraz Meryem Ana'nın bazı ülkelerdeki durumunu andırıyor. Ama Helena'nın dayanılmaz güzellikte biri olduğuna inanmanın daha büyüleyici bir yanı var.

Ve hiç edilgin değildi, tabii.

O ve Kassandra hep aynı niteliğin iki farklı yüzünü yansıtırlar. Kassandra için kullanılan övücü sözlerden biri şuydu: erkekleri bağlayan kadın.

Kassandra savaş ganimetleriyle birlikte, Agamemnon'un malı olarak Mykene'ye gönderilmek üzere gemiye bindirildi ve Klytaimestra kıskançlık yüzünden onu öldürttü. Kassandra kendisi ve Agamennon'un öldürülmesi için düzen kurulduğunu biliyordu: `Kan kokusu duyuyordu'. Kusura bakmayın ama kan kokusu duymasa da, sevgilisinin karısının bu işe çok üzüleceğini önceden görmesi pek o kadar güç olmasa gerek. Kassandra, sevgilisi, düşmanı, iki çocuğunun babası Agamemnon'un katledildiği odaya girmeyi reddetti. Ama o sırada kendisi de öldürülmemiş olsaydı, bunalımlı anlarında, fırtınadan dağınık saçlarını savurarak akıllıca kehanetlerde bulunmaya devam edecekti. Ve kimse de ne diyor diye dönüp ona bakmayacaktı.

3.8.07

welcomesandman#18

Birileri ile karşılaşıyoruz/ölü dirilten vampirler/bizi kovalıyorlar/kaçıyoruz/gözlüğüm sürekli kirli/ 2 yaşlı kadın.

*Allah beni kahretsin ve ediyor da.*

2.8.07

carol of the old ones

Look to the sky, way up on high
There in the night stars are now right.
Eons have passed: now then at last
Prison walls break, Old Ones awake!
They will return: mankind will learn
New kinds of fear when they are here.
They will reclaim all in their name;
Hopes turn to black when they come back.
Ignorant fools, mankind now rules
Where they ruled then: it's theirs again

Stars brightly burning, boiling and churning
Bode a returning season of doom

Scary scary scary scary solstice
Very very very scary solstice

Up from the sea, from underground
Down from the sky, they're all around
They will return: mankind will learn
New kinds of fear when they are here
Look to the sky, way up on high
There in the night stars are now right.
Eons have passed: now then at last
Prison walls break, Old Ones awake!
Madness will reign, terror and pain
Woes without end where they extend.
Ignorant fools, mankind now rules
Where they ruled then: it's theirs again

Stars brightly burning, boiling and churning
Bode a returning season of doom

Scary scary scary scary solstice
Very very very scary solstice
Up from the sea, from underground
Down from the sky, they're all around.
Fear
(Look to the sky, way up on high, there in the night stars now are right)

They will return.

1.8.07

Voodoo Girl

Her skin is white cloth,
and she's all sewn apart
and she has many colored pins
sticking out of her heart.


She has a beautiful set
of hypno-disk eyes,
the one that she uses
to hypnotize guys.


She has many different zombies
who are deeply in her trance.
She even has a zombie
who was originally from France.


But she knows she has a curse on her,
a curse she cannot win.
For if someone get too close of her,

the pins farther in.