Showing posts with label dandinidandinidastana. Show all posts
Showing posts with label dandinidandinidastana. Show all posts

21.8.07

what happened to the golden ball?


Gulietta'nın Prenses Leigh-Cheri'ye, Prenses Leigh-Cheri'nin de King County Hapishanesi'nde Bernard Mickey Wrangle'a nam-ı diğer Ağaçkakan'a anlattığı masaldır:

Bir zamanlar, çok uzun yıllar önce, insanın istediği şey için dilek tutmasının hala işe yaradığı günlerde bir kral yaşarmış. Kralın bütün kızları güzelmiş ama en küçüğü öylesine güzeller güzeliymiş ki, çok şeyler görüp çok azını unutmuş olan Güneş bile onun yüzüne her ışıdığında hayret edermiş.
Bu kızın çok beğendiği bir oyuncağı, tüm kalbiyle sevdiği altın bir topu varmış. Sıcak günlerde sarayın yakınındaki ormana gider, bol yapraklı bir ağacın gölgesinde altın topunu saatlerce havaya atıp tutarmış. Ormanda bir pınar varmış ve prenses genellikle pınarın başında oynarmış. Susayınca serin sudan içebilsin diye.
Günlerden bir gün altın top genç kızın küçük ellerine değil de yere düşmüş ve pınarın içine zıplamış. Top suya batarken prenses onu gözleriyle takip etmiş ama pınar çok derinmiş ve top çok geçmeden gözden kaybolmuş. Pınarın dibini görmek mümkün değilmiş. Bunun üzerine prenses ağlamaya başlamış, sanki küçük kalbi kırılmış gibi giderek daha yüksek sesle feryat etmiş.
Bu halde topunun yasını tutarken, gırtlaktan çıkan bir sesin kendisine seslendiğini işitmiş. 'Ey, kralın kızı, ne oldu? Daha önce hiç böylesine çok ağlayan birini işitmemiştim.'
Prenses sesin nereden geldiğini anlamakiçin etrafına bakınmış ama tek gördüğü, koca çirkin kafasını suyun dışında tutan bir kurbağa imiş. 'Ah, sen miydin, vırak vırak kardeş.' demiş prenses. 'İlla ki bilmek istiyorsan, ağlıyorum, çünkü harika altın topum pınara düştü ve öylesine battı ki, onu asla çıkaramayacağım.'
'Sakin ol, ağlama. Galiba sana yardım edebilirim. Oyuncağını kurtarabilirsem bana ne vereceksin?'
'Ah, ne olursa, ne olursa. En çok neyi istersen, sevgili kurbağa. Güzel elbiselerimi, incilerimi, at arabamı, hatta şu başımdak, mücevher kaplı tacımı bile.'
Kurbağa şöyle yanıtlamış: 'Elbiselerin, incilerin, hatta tacın bile benim hiç işime yaramaz ama bak ne diyeceğim. Eğer bana sevgi gösterip oyun arkadaşın ve eşin olmama izin verirsen, küçük masanda yanında oturup küçük tabağından yemek yememe, küçük bardağında su içmeme ve küçük yatağında yanında uyumama izin verirsen o zaman ben de doğru suyun dibine dalar, altın topunu geri getiririm.'
Prenses gözyaşı dökmeyi hemen bırakmış. 'Elbette, ' demiş. 'Elbette. İstediğin her şeyi yapmaya söz veriyorum, yeter ki topumu geri getir.' Ama içinden şöyle düşünmüş: 'Bu aptal yaratık amma saçma konuşuyor. Öteki kurbağalarla birlikte yüzüp vıraklamaktan başka bir şey yapabilir sanki, herhangi birinin eşi olabilir sanki!'
Ancak kurbağa prensesin söz verdiğini duyar duymaz yeşil kafasını suyun altına sokmuş ve pınarın içine dalıp gözden kayolmuş. Uzunca bir süre gibi gelen bir zamandan sonra sular sıçratarak geniş ağzında altın topla birlikte suyun yüzeyine çıkmış. Topu otların üzerine fırlatmış.
Kralın kızı topuna kavuştuğu için tabii mutluluktan uçmuş. Topu avuçlarıyla yakalamış, havaya atıp tutarak saraya doğru koşar adım uzaklaşmaya başlamış.
'Dur, dur!' diye bağırmış kurbağa. 'Beni de al. Senin kadar hızlı koşamam.'
Gelgelelim kurbağa boşuna yalvarıp yakarmış; çünkü ne kadar vırakladıysa da prenses hiç kulak asmamış. Telaşla evine doğru gitmiş, çok geçmeden zavallı kurbağayı tamamen unutmuş. Kurbağa tahminen pınarda yaşamayı sürdürmüş.
Ertesi gün prenses, kral ve maiyetindekilerle birlikte masada oturmuş, güzel bir akşam yemeği yerken mermer merdivenlerden hızlı ve hafif bir patırtı gelmiş, ardından kapının vurulduğu ve bir sesin bağırdığı işitilmiş: 'Kralın en küçük kızı, içeri al beni!'
Prenses gelenin kim olduğunu anlamak için haliyle kapıya gitmiş ama kurbağayı orada nefes nefese otururken görünce kapıyı yüzüne çarpmış. İçi epey huzursuz, yemeğinin başına dönmüş.
Onun biraz garip davrandığını ve kalbinin hızlı attığını farkeden kral, 'Evladım neden korktun? Kapıda seni alıp götürmek isteyen bir dev mi vardı?' demiş.
'Hayır.' diye cevap vermiş prenses. 'Dev değildi, iğrenç bir kurbağaydı sadece.'
'Öyle mi? Peki ne istiyormuş kurbağa?' diye sormuş kral.
Kralın en küçük kızının gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamış. Dayanamayıp önceki gün pınarın orada olan her şeyi anlatmış. Sözlerini bitirince 'Ve şimdi burada, kapının önünde, içeri yanıma gelmeyi istiyor.' diye eklemiş.
Sonra herkes kurbağanın yeniden kapıyı vurup bağırdığını işitmiş:

En küçük kızı kralın,
Açın kapıyı açın!
Ne söz vermiştin bana
Derin pınarın başında?

'Verdiğin söze saygı duymalı ve onu daima tutmalısın,' demiş kral sertçe. 'Derhal gidip kurbağayı içeri al.'
Bunun üzerine prenses gidip kapıyı açmış. Kurbağa içeri zıplamış, prensesi sandalyesine dek hemen arkasından izlemiş. Sonra başını kaldırıp ona bakmış ve 'Beni kaldır da yanına oturayım.' demiş. Ama prenses kral emredene dek onu yukarı kaldırmayı geciktirmiş.
Kurbağa sandalyeye oturur oturmaz masaya çıkamayı istemiş, masanın üzerine oturup acıkmış bir halde etrafına bakınmış. 'Tabağını birazcık yaklaştır da birlikte yiyelim.' demiş.
Prenses isteksizce dediğini yapmış ve kurbağa iştahla karnını doyurmuş. Prensesin ise lokmaları boğazına dizilmiş.
'Tıka basa doydum,' demiş kurbağa sonunda. 'Yorgunum. Beni odana taşıyıp yumuşacık yatağını hazırlaman gerek, ki yatıp uyuyabilelim.'
Prenses söylenmeye, inlemeye, ağlamaya, sızlanmaya başlamış. O soğuk, ürpertici kurbağayı güzel, temiz yatağında istemiyormuş. Kral ona kızmış. 'İhtiyacın olduğu bir anda ona bir söz vermişsin,' demiş. 'Şimdi ne kadar tatsız olsa da sözünü tutmak zorundasın.'
Prenses yüzünü korkunç bir ifadeyle buruşturup kurbağayı almış ve üst kata taşımış, onu bir köşeye pis bir çarşafın üstüne yerleştirmiş. Sonra yatağın içine girmiş. Ancak daha uykuya dalmadan kurbağa pıt pıt başucuna gelmiş. 'Beni yanına al, yoksa babana söylerim.' demiş.
Prensesin canına tak etmiş. Öfkeden deliye dönüp kurbağayı yakalamış. 'Hayatımdan defol, seni yapışkan kurbağa!' diye haykırmış. Var gücüyle kurbağayı duvara fırlatmış.
Kurbağa yere düşünce artık kurbağa değilmiş. Gözleri sevgi dolu, güzel gülümseyen bir prense dönüşmüş. Kurbağa prens, prensesin elini tutmuş, kindar bir cadının kendisine nasıl büyü yaptığını ve onu masum güzelliğiyle ancak prensesin kurtarabileceğini anlatmış. Sonra ona evlenme teklif etmiş, prenses de babasının rızasıyla onunla evlenmiş. Ve birlikte prensin ülkesine gitmişler, oranın kral ve kraliçesi olmuşlar, ondan sonra hep mutlu yaşamışlar.

13.7.07

"ben bir prensesim, gerçek bir prenses"

O ne sağanaktı öyle! Yıllar var ki, ne yılı, yüzlerce yıl var ki böyle fırtına kopmamıştı. Ormanların bütün hayvanları olanca güçleriyle kaçışıp bir sığınak aramışlardı kendilerine. Gökyüzünün tavanı delinmişti sanki. Şimşeğin mızrakları ılık yaz göğünü aydınlatıyor, ansızın çatlayıveren bulutlar bütün vadiyi sarsıyordu. Tepenin yücelerindeki büyük şatoda bir kral, kraliçesi ve yakışıklı oğulları prens otururdu. Kral ve kraliçe prensin ancak bir prensesle evlenebileceğine çok önceden karar vermişlerdi. Ama sıradan bir prensesle değil, şöyle gerçekten dürüst, iyi huylu biriyle. Genç prensin böyle bir kız bulmak için bakmadığı yer kalmamıştı tüm dünyada, ama nerde? İşte bu kötü haberi anne babasına anlatmak üzere şatoya döndüğünde fırtına da hızını bulmuştu. Tam kral ve kraliçeye yolculuğunun başarısızlığını anlatıyordu ki bir şimşek deliverdi göğün karanlığını ve yine aynı anda ısrarla şatonun kapısı vuruldu:tak tak tak! Yaşlı kral karısını ve oğlunu bırakıp büyükçe bir fenerle aşağıya indi: Böylesi korkunç bir fırtınada kim gelmiş olabilirdi? Kapıyı açıp da karşısında gencecik bir kız görünce kralın nasıl şaşırdığını varın siz düşleyin. Ya görünüşüne ne demeli! Yağmur dere olmuş yüzünden aşağı çağlıyor, üstü başı sırılsıklam, paramparça... Ama asıl şaşırtıcı olan genç kızın bir prenses olduğunu söylemesiydi kuşkusuz. Yaşlı kral bunu duyar duymaz onu içeri aldı. Kral prensesi karısına takdim edince yaşlı kraliçe ünleyiverdi, "Prenses mi ? Bu...bu... paçavra mı? Çok saçma!” “ Majesteleri” dedi genç kız "Ben bir prensesim, gerçek bir prenses. Bu gece şöyle bir dinlenmeme izin verirseniz neden sırtımda kraliyet giysileri olmadığını açıklayacağım.” Tüm bunlar olup biterken yakışıklı prens hiç araya girmemiş sevecenlikle kızı süzmüştü. Annesini bir kenara çekti ve fısıldadı "Gerçek bir prenses olup olmaması beni hiç ilgilendirmiyor. Onunla evleneceğim!”, “Sakin ol bakalım!” dedi annesi "Ancak gerçek bir prensesle evlenebilirsin. Az zamanda anlarız zaten: Soylu mu değil mi? Sen yalnız işleri bana bırak.” Yaşlı kraliçe aşçıya haber yollayıp bu beklenmedik konuğa sıcak et suyu ikram etmesini söyledi. Kız çorbayı içti ve dinlenmesi
için bir oda hazırlanmasının mümkün olup olmadığını sordu. Yaşlı kraliçe odanın hazırlanmasıyla bizzat ilgileneceğini söyledi... Prenseslere layık bir oda! "Bir ricam var majesteleri, lütfen yatağım çok yumuşak olsun” dedi genç kız "Yoksa mümkün değil uyuyamam” Kraliçe çarçabuk yatak odasına gitti. Bütün örtüleri kaldırarak yatağın en dip döşeklerinden birinin altına minicik bir bezelye tanesi yerleştirdi. Sonra da yirmi döşek daha alıp hepsini bezelyenin üstüne yığdı. Kızı çağırttı. Daha o “İyi geceler prenses,tatlı rüyalar!” demekteyken bitkin genç kız kendisini zorlukla koca yatağa fırlatıp uyuyakaldı. Ertesi sabah kral kraliçe ve prens kahvaltı masasında bir saat kadar genç kızın görünmesini beklediler. Sonunda zavallı kız uyku dolu gözlerle odaya girdi. "Günaydın” dedi kraliçe "İyi uyudunuz mu?”, “İyi uyumak mı ?” diye tekrarladı genç kız "Gözümü bile kırpmadım bütün gece. Saatlerce döndüm durdum”, “Niye ki?” diye sordu kraliçe bu kez. ”Yatak...yatakta bir şeyler vardı.” dedi yakınmayla "Öyle sert bir şeyin üzerine yattım ki vücudum tepeden tırnağa morardı. Bakın... Anlamıyorum hiç bu kadar rahatsız olmamıştım.”, "Sevgili çocuğum” diye bir çığlık savurdu kraliçe "Besbelli işte gerçek bir prensessin sen. Yirmi kat döşek altında ki bezelyeyi ancak gerçek bir prensesin ince duyarlı teni fark edebilirdi!” Gerisi malum: Prens prensesi aldı. Kral ve kraliçeyle beraber, kente kartal gözüyle bakan şatolarında ömür boyu mutlu yaşadılar...


*Yaslı gittik şen geldik yedi tepeden geldik aç kapıyı bezirgan bonjour demeden geldik. Gözüm kararıyor Olric: elimden bir kaza çıkacak.*

6.7.07

Dandini & Dastana

Eski zamanlarda bir padişah vardı. Bu padişah ülke halkının kendisi için ne düşündüğünü merak etti. Kılık değiştirip yoksul bir derviş olarak yollara düştü. Çarşı pazarı dolaştı. Hanlarda kaldı. Kahvelere girdi çıktı. Varlıklılardan yardım istedi. Kimi bir dilim ekmek verdi. Kimi kapısından kovdu. Yoksulların evlerine konuk oldu. Ekmeklerini, yataklarını bölüştüler. Kısacası iyi insanlarla da kötü insanlarla da karşılaştı. Hepsine padişahtan ne isteyip istemediklerini sordu. Görüp işittiği karşılıklara göre neyi eğri neyi doğru yaptığını öğrendi. Ona göre davranmaya karar verdi.

Gel gör ki işini bitirip başkente, sarayına dönerken gece bastırmıştı. Bu kılıkta gece yarısı saraya giderse nöbetçilere derdini anlatamayacağını, onu tanımayacaklarını düşündü."Sabah ola işim aydın ola" deyip ışık yandığını gördüğü ilk evin kapısını çalmaya karar verdi. Aksi gibi herkes yatıp uyuduğundan hiçbir evde ışık yanmıyordu. Kent koyu bir karanlığa bürünmüştü. Sonunda uzakta pırpır eden bir lamba ışığı gördü. Işığa doğru yürüdü. Işık kentin kenar mahallelerinden birindeki küçücük bir kulübeden sızıyordu.

Önce pencereye sokulup içerde ne yaptıklarına baktı. Yoksul kulübenin küçücük odasında üç kız oturmuş nakış işliyordu. Üçe de birbirinin benzeriydi. Yalnız başlarına yaşadıkları anlaşılan bu üç kız kardeşin evlerinde kalamayacağı belli olmuştu. Kapılarını çalmaktan caydı."Bari neler konuştuklarını dinleyeyim, onlardan da bir şeyler öğrenirim" diyerek kulağını pencereye yaklaştırdı.

Kızlar bir yandan nakış işliyor bir yandan konuşuyorlardı. Padişah iyice kulak kesildi. Büyük kız iğnesinin ipliğini geçirirken,

—Bana bakın kızlar, dedi. Açlıktan karnım gurulduyor. Nakışlar sabaha yetişmezse kursağımıza bir lokma ekmek gireceği yok. Hadi davranın biraz.

Bir an için sustu. Sonra gülerek sürdürdü konuşmasını:

-Amaaannn boş verin, sıkıntımdan böyle konuşuyorum. Yoksulluktan bıktım da ondan. Asıl ne düşünüyorum biliyor musunuz? Diyorum ki: padişah bu durumumu bilse beni ekmekçisine alsa hiç değilse doya doya ekmek yerim.

Öteden ortanca söze karıştı:

—Haklısın abla! Padişah bilse, beni gelip aşçısına alsa hiç değilse bol bol yemek yerdim.

Bu sözler karşısında padişahın gözleri yaşardı."Demek yoksulunda yoksulu varmış. Yazık zavallılara"diye acıdı kızlara.

Tam bu sırada en küçükleri iki ablasını küçümseyen gözlerle süzdükten sonra şöyle dedi:

—Sizin boğazınızdan başka bir şey düşündüğünüz yok. Ben yoksul bir kızım ama çok şükür gönlüm zengin. Ekmekçiyle aşçı da kim oluyormuş. Padişah gelip beni istese önümde eğilip ayakkabılarımı ayağıma giydirmedikten sonra dünyada varmam ona.

Padişah küçük kızın bu sözlerine çok öfkelendi.

—Yarın görürsün sen pabucu kim kime giydirecek diye söylenerek ayrıldı oradan. Ayrılmadan önce de evin kapısına bir çarpı işareti koydu.

Gün ışımaya başlayınca saraya döndü. Üstündeki derviş giysilerini çıkarmayı bile beklemeden veziri çağırdı. Vezir padişahın döndüğüne mi sevinsin, sabah sabah tatlı uykusundan uyandırıldığına mı yansın bilemedi. Koşarak geldi. Padişahın yüzü asıktı.

—Tez kolcular yola çıkarılsın. Kente yayılsınlar. Kapısı kırmızı çarpı işaretli evi bulsunlar. Orda yaşayan üç nakışçı kız kardeşi alıp getirsinler. Üçünü birlikte isterim.

Vezir üç yoksul kızın apar topar saraya getirilmesine bir anlam veremedi. İşin ucunda iyilik mi vardı, kötülük mü bilemedi.

—Buyruğunuz yerine getirilecektir diyerek çıktı

Aradan iki saat geçmeden padişah giyinip taht odasına geçti. Sarayın ileri gelenlerini topladı. Tahtın bir başına veziri diğer başına da kız kardeşi oturdu. O sırada kolcular üç kız kardeşi getirmişlerdi. Hemen padişahın önüne çıkardılar. Büyükle ortanca korkudan tir tir titriyordu, yüzleri sapsarıydı. Küçük ise tam bir aldırmazlık içinde gülümseyerek kadife perdelere, ipek koltuklara, tavandan sarkan billur avizeye bakıyordu. Padişah önce büyük kıza sordu:

—Söyle bakalım sen akşam padişahından ne istedin?

Büyük kız korkudan kekeleyerek:

—Ben, dedi. Padişah beni ekmekçisine alsa hiç değilse doya doya ekmek yerim dedim

Padişah güldü:

—İsteğini kabul ettim kızım, dedi.

Sonra halayıklara döndü:

—Bu kızı alın giydirin süsleyin sonrada ekmekçi başıyla nişanlayın

İki halayık büyük kızı alıp götürdü. Padişah bu sefer ortanca kıza sordu:

—Sen söyle bakalım akşam padişahından sen ne istedin?

Ortanca kız da korkudan kem küm ederek:

—Ben dedi. Ben de dedim ki: padişah beni aşçısına alsa hiç değilse bol bol yemek yerim.

Padişah gene güldü

—seni aşçıbaşına alıyorum. Halayıklar seni de giydirip süslesinler sonra da aşçıbaşıyla nişanlasınlar.

İki halayık ortanca kızı da alıp götürdü. Küçük kız ortada yalnız kalmıştı. Ama kendinden emindi. Gene aldırışsızlıkla etrafı süzüyordu. Padişah alaycı bir sesle sordu:

—Şimdi sıra sende küçük hanım senin akşam ne dediğin aklında mı?

Küçük kız gülerek:

—A elbette aklımda, dedi ben de onlar gibi yoksulum ama benim gönlüm ablamlarınki gibi alçaklara konmaz yükseklerden uçar. Onun için ekmekçiyle aşçı da kim oluyormuş dedim. Padişah beni almak istese önümde eğilip ayakkabılarımı ayağıma giydirmedikten sonra ona varmam dedim. Tam tamına böyle dedim.

Padişah kızın pişman olup akşam evde söylediklerini burada yalanlar sanıyordu. O zaman onu bağışlamayı düşünmüştü. Oysaki o aynı sözleri üstüne basa basa söylemekten korkmuyordu. Çok kızdı buna:

—Yakalayın şunu! diye bağırdı.

Kollukçular iki kolundan sıkıca tuttular. Kız silkinmek istediyse de yararı olmadı. Padişah ayağa kalkıp:

—Boynu vurulsun! dedi.

Bu buyruk üzerine kızın kılı bile kıpırdamadı. Başını birden kaldırıp padişaha şöyle bir baktı. Sonra hiç bir şey olmamışçasına ablalarının halayıkların kolunda nişanlanmaya gidişleri gibi gülümseyerek kollukçuların arasında yürüdü. Salondaki herkes donup kalmıştı. Kızın güzelliği, korkusuzluğu hepsini büyülemişti. Padişahın kız kardeşi de kıza çok acımıştı. Kızın güzelliğine gerçekten diyecek yoktu. Bir bakan bir daha bakmak istiyordu. Padişah da tedirgindi. Kız kardeşi bunu fırsat bildi. Kardeşinin kulağına eğildi:

—Sevgili ağabeyim dedi. Bu güzel kızı bana bağışla kırk gün benim yanımda kalsın, bana hizmet etsin. Kırk gün sonra ben kendi ellerimle cellada teslim ederim.

Padişah kız kardeşinin bu isteğini kabul etti. Kollukçuları durdurdu. Kadın kızı alıp kendi dairesine götürdü.

Sarayın güzel bir bahçesi vardı. Bu bahçe de öbek öbek güller açardı… Her öbeğe ayrı renkte güller dikilmişti. Her birinin açma zamanı ayrıydı. O günlerde mor güllerin açma zamanıydı. Padişahın kız kardeşi kıza mor atlastan bir giysi giydirip onu mor güllerin açtığı bahçeye yolladı. Güneş yeni doğmuş mor goncaların üstünde sabah çiğleri inci taneleri gibi birikmişti. Kız güllere eş renkte mor giysisiyle güllerin arasında durdu. O sırada bahçıvan güllere bakmaya inmişti. Her sabahki gibi yaprakları ayıklayacak, toprağı çapalayacak, açmaları için su verecekti. Kız bahçıvanı görünce güllerin arasından seslendi:

—Bahçıvanbaşı bahçıvanbaşı padişah uyuyor mu?

Bahçıvan gül fidanlarından birinin toprağını kabartmak için eğildiği yerden başını kaldırmadan:

—Uyuyor dedi

O zaman kız:

—Uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun dedi.

Bunun üzerine bahçıvan başını kaldırdı. Bir de ne görsün, güllerin arasında onlarla aynı renkte peri gibi güzel bir kız duruyor. Sabah rüzgarları güllerle birlikte kızın giysisini mor mor dalgalandırıyor. Sanki güller rengini ondan almış. Güller kıza kız güllere karışmış. Bu şaşırtıcı güzellik karşında bahçıvanın aklı başından gitmiş. Olduğu yere yığılıp bayılmış.

Aradan bir kaç gün geçmiş. Padişah gül bahçesini dolaşmaya çıkmış. Bakmış bütün güller kurumuş, toprak susuzluktan çatlamış. Bu bahçıvana ne oldu diye bakınırken bahçıvanın kaldığı kulübeden gelen iniltileri duymuş. Oraya koşmuş bakmış bahçıvan yataklara serilmiş yatıyor, gözleri yarı kapalı. Padişah:

—Ne oldu sana böyle neden yatıyorsun, diye sormuş.

—Aman padişahım hiç sormayın. Mor güllerin açtığı gün bahçede mor giysili bir kız belirdi. " padişah uyuyor mu?"diye sordu bana. Ben de"uyuyor" dedim. O zaman kız "uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun"diyerek güllere karışıp yok oldu. Kızın güzelliğine dayanamadığım için bayıldım ben de. Günlerdir kendime gelemiyorum.

Padişah:

—Hadi oradan aptal herif! diye çıkıştı. Hiç öyle şey olur mu? Düş görmüşsün sen.

Bahçıvanı yatağından kaldırtıp işinin başına gönderdi.

Bir hafta sonra pembe güllerin açma vakti geldi. Padişahın kız kardeşi kıza pembe ipekliden bir giysi giydirip güneşin doğacağına yakın yine bahçeye gönderdi. Kız pembe giysilerin içinde pembe güllerin arasında durup:

—Bahçıvanbaşı bahçıvanbaşı padişah uyuyor mu? diye seslendi

Bahçıvan yerden başını kaldırmadan:

—Uyuyor dedi

O zaman kız:

—Uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun dedi

Bahçıvan bu sözler üzerine kendine geldi. Başını kaldırıp baktı. Güllerin arasında yine o dünya güzeli kız pembe giysiler içinde karşısında duruyor. Sabah rüzgarı kızın giysisiyle açmakta olan gülleri pembe pembe dalgalandırıyor."kız mı güzel, güller mi, kızın pembeliği mi güllere vurmuş, güllerin pembeliğimi kıza…"derken hepsini birbirine karıştırıp düşüp bayılmış.

Bir kaç gün sonra padişah pembe gülleri görmek için bahçeye çıkmış. Güllerin hepsi kurumuş susuzluktan topraktan duman çıkıyormuş. Padişah bahçıvanın kulübesine gitmiş derhal. Bahçıvan bir hafta önceki gibi dalgın yatıyormuş.

Padişah kapıdan:

—Gene ne oldu diye bağırmış

Bahçıvan yattığı yerden doğrularak kesik kesik anlatmaya başlamış:

—İnanmazsınız ama o kız yine geldi. Pembelere bürünmüştü. Ben de dayanamadım bayıldım. Şimdi de hastayım. Bağışlayın efendimiz. Bana inanmıyorsanız bu hafta gülleri siz bekleyin.

O hafta ateş kırmızısı güller açacaktı. Padişahın kız kardeşi kıza aynı renkte kırmızı kadifeden bir giysi giydirdi.

—Bak dedi. Beni iyi dinle. Şimdi işimiz güçleşti. Bu sabah gülleri padişah bekleyecek. Seni kucağına alır saraya götürürken kapıda ayakkabılarını ayağından silkip atmayı unutma. Odasına getirdiğinde de camı yumruklayıp elini kanatırsın. O zaman sana sargı getirecek. Sen de ben bu sargıyı istemem incili mendilini isterim diyeceksin. Eline o mendili sardıracaksın. Sonra da ayakkabılarım aşağıda kaldı deyip onları isteyeceksin. Getirdiğinde ayakkabıları önüne koyacak ayakkabıların ikisini birden giydirmeden ne yap et kaç oradan ortadan yok ol gerisini bana bırak.

Kızı güneş doğarken bahçeye göndermiş. Güneş doğduğunda güllerden yansıyan ışıltıyla kızın yanakları al al olmuş. Bahçe aynı ışıltı içinde altın bir ayna gibi parlıyormuş.

Kız güllerin arasından

—Bahçıvanbaşı… demeye kalmadan padişah gizlendiği yerden fırlayıp kızı bileğinden yakalamış.

—Dur kaçma sakın diyerek kucağına almış

Bahçeyi geçip sarayın kapısına vardıklarında kız kapının önünde ayaklarını silkeleyip ayakkabılarını orda bırakmış. Padişah kız kucağında merdivenleri çıkmış. Padişahın odasına girerken kız camlı kapıya yumruğunu vurup bileğini kesmiş. Bunu gören padişah kızı hemen ipek sedirlerden birinin üzerine yatırmış kızın yaralanmasına çok üzülmüş saçlarını okşayarak

—Sakın kıpırdamayın yerinizden şimdi sargı getiriyorum diyerek çıkmış az sonra elinde sargıyla dönmüş şaşkın ve tedirginmiş kız sakin bir sesle konuşmuş

—O sargıyı istemem bileğime incili mendilinizi bağlayacaksanız yaramı sarmanıza razı olurum

Padişah:

—Emredin güzelim diyerek yerinden fırlayıp incili mendilini getirmiş. Yaranın sarılması işlemi bitince kız ağlayıp sızlamaya başlamış:

—Ne yapayım ben şimdi ayakkabılarımı aşağıda düşürmüşüm ya kayboldularsa ayakkabısız ne yaparım…

Padişah:

—Hemen getiririm diyerek aşağıya inmiş kızın ayakkabılarını alıp getirmiş önünde eğilerek ayakkabılarını giymesi için bırakmış kız

—Ayakkabılarımı siz giydirseniz diye yalvarmış

Padişah kızın incecik bileklerinden birini tutarak ayakkabılardan birini giydirmiş. İkincisini giydireceği sırada kurnaz kız boştaki ayağıyla padişahın göğsünden hafifçe itip yere yuvarlamış. Daha o yerinden doğrulmaya kalmadan kız pencereye sıçramış. Oradan pencerenin hemen altındaki balkona atlamış. Padişah pencerenin önüne geldiğinde kız çoktan kaybolmuş. Uçup gitmişmiş sanki.

O günden sonra padişah sararıp solmuş derdinden yataklara düşmüş. Kimse derman bulamamış.

Öte yandan kırk gün dolmuş kızın cellada teslim günü gelip çatmıştı. Padişahın kız kardeşi kızı süsleyip üzerine ak bir giysi giydirdi. Onu bir yatağa yatırarak kollarını göğsünde kavuşturdu. İncili mendile sarılı bileği üste getirdi. Sonra da kız alıp götürmeleri için cellatla padişahı odaya çağırdı. Cellat odaya girer girmez kızın saçlarına yapıştı. Saçından sürüyüp götürecekti hep öyle yapardı. Padişah kızın bileğine sarılı incili mendili görünce her şeyi anladı kızın güzelliğine de aklına da bir kez daha hayran oldu. Artık celladın bir işi kalmamıştı…

*Ninni yavrum bebeğime/Körler dolar göbeğine/Dandini vurma erkeğime/Dandini dandini dastana/Çıplak uzanmış dastana/Kız gelmiş anadan doğma/Yatacakları sırada/Danalar girmiş bostana/Dasdana’da bu hırs varken/Bostanda kızla yatarken/Bağırmış babası birden/‘kov bostancı danayı!’/Dasdana kızmış köpürmüş/Gitmiş Hartug’u öldürmüş/Danayı kovalarken gülmüş:/“Yemesin lahanayı”*

7.6.07

red finger cross

Kız bir şeyin arkasından bakıyordur. Haksız yere suçlanmış, terkedilmiş ve dayanılmaz bir acı çekiyor gibidir. Yerler yeşil. Etraf orman. Yerleri çimen, etrafı ağaçlarla çevrilmiş daire şeklinde bir avluda kız. Kızın beyaz bir elbisesi belki de siyah saçları var. Görüntü kıza odaklanmış ve kız göz kırpmıyorken yavaş yavaş kız yerinde sabitken arkası kızın etrafında dönmeye başlar. Hızlı, hızlı, daha hızlı... Kız arkasına bakmadan, hızla, korku içinde koşmaya başlar. Görüntüde sadece kız vardır. Sonra her şey birden durur. Sonra kız koşarak uzaklaşmaya devam eder. Birden durur kız, arkasını döner, gözleri sabit ifadesi görülemez, uzaktadır. Birden kız hızla yaklaşır. Kızın ifadesinin donukluğu, gülümsemesinin korkunçluğu -kim ne anlıyorsa-belirmeye başlar. Kızın sadece yüzünü görünür artık, kız kahkaha atar. Güneş çıkmıştır. Yapraklar gökyüzünü kaplamıştır, aralardan güneş ışıkları geçer, ara ara mavi gökyüzü görünür. Artık kız aşağıda değildir. Kimse yoktur. Su sesi işitilir. O tarafa –su sesine-doğru yürünür. Kayalar ve küçük şelalelerden oluşmuş bir dere vardır. Su en büyükçe şelalenin sonrasında durgundur oldukça. Su yeşildir. Koyu yeşil. Kız suya girmektedir. Adım, adım, adım, adım... Suratı suyun altına girer, baloncuklar çıkar. Görüntü su altına geçer. Kız panik içinde debelenmektedir. Yukarı çıkmak istemekte ama yapamamaktadır. Kız suyun içinde ağlar. Son baloncuklar çıkmaktadır. Kızın hareketleri yavaşlar, debelenmeyi keser, en sonunda tamamen hareketsiz kalır.

Görüntü hala suyun altındadır. Saçları suda dalgalanıyor, elbisesi uçuşuyordur. Kız birden gözlerini açar. Kızdan yavaş yavaş uzaklaşılır. Kız dönmeye başlar etrafında. Kız aşağıya doğru düşmeye başlar. Seyirci suyun derin olmadığını bilir ve buna bir anlam veremez. Siyah bir boşluktur kızın dönerek düştüğü şimdi. Hızlı değil yavaştır kızın düşüşü. Aynı donuk ifade, gözler kapalı. Hızlanır düşüş, dönme bırakılır. Kız bir apartmanın 8. katından aşağıya düşmektedir artık. Çığlık çığlığa bağırır, istemsiz bir düşüştür çünkü. Kız yere çakılır. Etrafına insanlar doluşur.
Yerde yatan yavaş yavaş gözlerini açar. Çevresindekiler donmuştur. İterek insanları, düşürerek yol açar kendine. Yürür... Yanından bisikletli bir çocuk geçer. Gülümser. Hava günlük güneşliktir. Evler az katlı, pencere kenarlarında rengarenk çiçekler var. Sokak toprak. Pazar var, alışveriş yapan insanlar var. Kız hala yürümektedir...
Kız topluluğa karışmaktadır. Çevresinde normal görünümlü insanlar pazarda alışveriş yapmaktadır. Toplulukta beyazlar içinde bir tek kişi vardır. Kalabalığın içine doğru insanların yüzleri yavaş yavaş şeçilmeye başlar. İnsan değillerdir. En azından artık insan değillerdir. Açık yeşil suratlı gözlerinin yerinde boşluklar olan koyu yeşil pelerin giymiş bir topluluktur. Pazarda artık çocuklar, ölü çocuklar, ceset parçaları satılmaktadır. Kız panik halinde çevresine bakarak dönmektedir. Kız birden durup yere çöker. Görüntü dönmeye devam eder. Kızın etrafında oluşan yaratık çemberi gittikçe daralmaktadır. Kız yere çökmüş başını kollarının arasına saklamıştır. Etraf o kadar büyük bir hızla dönmeye başlamıştır ki artık görünen sadece hız çizgilerinden oluşan yeşil bir duvardır.
Birden ilk başladığımız yerde, çimden, ağaçlarla çevrili avluda buluruz kızı tek başına. Kız yerde baygın bir şekilde yatmaktadır. Önce kızın yerdeki elleri görünür, parmakları dikkat çekicidir. Bir yüzük vardır gümüş, üzerinde siyah taşlardan oluşan bir haç. Yavaş yavaş parmaklar kıpırdanır ve kız sanki bir ağırlığın altında ezilmiş de tüm kemikleri kırılmış gibi acı içinde ayağa kalkmaya çalışır. Kalkar, yürümeye başlar ağır aksak. Elbisesinde kan vardır. Kızı arkadan yürürken görürüz.
Ağaçların arasından kurtlar çıkmaktadır. Hava yavaş yavaş kararır. Ay tepededir artık ve dolunaydır. Kız geriler alanın ortasına doğru, bu arada etrafına bakmaktadır. Kurtların gözleri sarı sarı parlamaktadır. Çember gittikçe daralmaktadır.
Panik ve korku karışımı bir yüz ifadesidir görünen. Çığlık atmaktadır ve birden herşey durur. Kızın yeşil gözleri parlamakta ve kız sanki nefes bile almıyormuş gibi kıpırtısız durmaktadır. Birden yavaş yavaş dudakları kıpırdanır. Bir şeyler fısıldamaktadır. Gözleri haince parlamaktadır ve yanakları kırmızılaşmıştır. Ellerini kaldırır birden gökyüzüne doğru ve karanlık dağılmaya başlar artık alacakaranlıktır.
Bir karga sürüsü gürültülü biçimde gökyüzünde görülür. En irisi yavaşça diğerlerinden ayrılır aşağıya doğru süzülür. Kızın üstünde bir tur atar. Karga tam kızın omuzuna konmak için son hamlesini yaparken görüntü yaklaşırız olay mahalline. Kargamızın gözleri laciverttir. Yandan profilini gördüğümüz karga bir anda kafasını çevirir bize doğru. Kızın suratında donuk imasız bir ifade görürüz ve korkunç bir kahkaha atar. Kurtların lideri sürüden ayrılır ve kızın yanına gider başını kızın yanın da duran elinin altına koyar... Her şey dönmeye başlar... Kız, omzundaki karga ve elinin altındaki kurt sabittir. Ulumalarla sahne sona erer. Yine gündüz olmuştur. Her şey kaybolmuştur. Kız tek başına orta yerde durmaktadır. Birden yüzünün baktığı yönün tam tersi yöne doğru koşmaya başlar. Ayaklarını görürüz. Bir bacağından aşağı kan süzülmektedir ve beyaz elbisesinin etekleri parçalanmıştır yer yer. Ağaçların yanına gelir ve durur. Belli bir kararsızlık anından sonra ormana dalar, yürümeye başlar. Işık yaprakların arasından geçip kızın yüzünde rengarenk gökkuşakları oluşturmaktadır. Sonunda bir derenin yanına gelir, su berrak gibi görülmektedir. Kız eğilir ve su içmek için elini suya daldırır. Aniden su elini kavrar ve siyahlaşır. Kız kendini geri çekmek ister ama siyah balçığa dönüşmüş olan su onu kaplamaktadır... Kız debelenir debelenir ve her yanını kaplar balçık delicesine çığlıklar atar kız.
Kız gözlerini açar. Kırmızı bir ışık kızın yüzüne vurmaktadır. Gecedir ve kız bir yatakta yatmaktadır. Oda genel hatları ile görünür. Yatak kırmızı bir tülle çevrelenmiştir ve o kırmızı ışık aslında pencereden gelen tülden geçerek kırmızı olan ay ışığıdır. Odada bir de şömine vardır, şöminenin önünde bir koltuk, yanında ufak bir masa, masanın üstünde bir takım eşyalar olduğunu fark edilir. Şöminenin önünde bundan başka bir karaltı daha vardır belli belirsiz. Kız kalkar ve perdelerin uçuştuğu pencereye doğru gider (pencere yerden tavana kadardır bir balkona açılır) kız balkona çıkar. Balkondan görünen manzara dehşettir. Kızın bir türlü içinden çıkmadığı avlu gözler önündedir. Ay ışığı avluyu çevreleyen ağaçları gümüş rengine bürümüştür. Avlunun dışına doğru ağaçlar yapraksızlaşmıştır ve en dıştaki çemberde bulunan ağaçlar artık sadece kuru dallardan ibarettir. Geri döner balkondan çıkar kapıya doğru gider. Eski ahşap kapının gümüş ve ağır tokmağını çevirir sessizce. Ama kapı açılmaz kız deli gibi açmaya çalışır kapıyı. İter, çeker… Panik. Kapı açılmaz o sırada odanın köşesinde duran şömine birden alev alır odunlar yanmaya başlar. Kız kapıyla uğraşmayı bırakır şömineye doğru gider. Önündeki koltuğa oturur. Yerde yatan kurdu sever. Eline yandaki küçük masanın üzerinde duran bir kitabı alır ve sayfaları karıştırmaya başlar. Okumaya karar verir ilk sayfayı açar ve birden kanı donmuş gibi kalır orda öylece. Arkasında bir şey hissetmiştir kız. Dönüp arkasına bakar hınçla ve aniden. Kara bir pelerin içinde birisi ona bakmaktadır, heybetli bir duruşu vardır. Cüppesine öyle bir sarınmış kukuletasını öyle bir başına geçirmiştir ki hiç bir şey görünmüyordur başka. Kurt ayağa kalkar ve kara şeklin yanına gider siyah eldivenli bir el cüppenin içinden çıkar ve kurdun kafasını okşar. Bir çift çatık kaş altında parlayan bir çift göz kıza bakar ve kız kafası yana düşerek uykuya dalar. Adam kızı kucaklar. Kırmızı tülü çeker ve kızı yatırır yatağa. Elini alnına koyar. Bir şeyler mırıldandıktan sonra kurtla beraber odadan çıkar. Ateş yavaş yavaş söner.

*Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen.*


5.6.07

Kendinisümüklüböcekzannedenistiridyeisimlimidye

O gün midye ailesi çok mutluydu; sonunda bir çocukları olmuştu. Bebek midyenin çok yaramaz olacağı daha doğar doğmaz belli olmuştu. Bebek midye yerinde durmak bilmiyordu. Midye ailesini kutlamaya gelen denizanası ve mürekkep balığı ailesinin çocukları da bu bebeğin yaramazlıklarından nasiplerini almışlardı. Bebek midye küçük deniz anasının bir bacağını ısırmış, küçük mürekkep balığı da korkudan tüm odayı mürekkebe bulamıştı. Günler geçtikçe büyüyen bebek midye evin dışına da çıkıp denizin derinliklerini keşfetmeye başlamıştı. Anne ve baba midyenin tüm uyarılarına rağmen tehlikeli yerlere gitmeye pek meraklı küçük midyenin başına olmadık belalar geliyor, eve her gün yara bere içinde geri dönüyordu. Küçük midyenin başına daha büyük belalar açmasından korkan anne ve baba midye çocuklarını karşılarına alıp konuşmaya karar verdiler.
- Sakın bir daha kırmızı su bölgesine gitme, dedi baba midye.
- Oralar biz midyelere göre değil, diye tamamladı anne midye.
- Ama bütün arkadaşlarım orada diye karşı çıkan küçük midyeyi babası:
- Biz diğer canlılara benzemiyoruz, senin arkadaşların olan küçük mürekkep balığı ve deniz anası büyük dalgalara karşı durabilirler ama sen duramaz, sürüklenirsin diyerek susturdu.

Ailesine bir daha kırmızı su bölgesine gitmeyeceğine dair söz veren küçük midye ertesi gün arkadaşları olmadan evin önünde tek başına oynadı. Üç gün üst üste tek başına oyun oynamaktan çok sıkılan küçük midye:
- Bir kereden bir şey olmaz nasıl olsa, hem söylemezsem gittiğimi nerden bilebilirler? diyerek kırmızı su bölgesine gitmeye karar verdi. Küçük midye kırmızı su bölgesine vardığında hiçbir arkadaşını orada göremedi, aslında hiç bir şey göremedi çünkü havada kumlar uçuşuyordu ve göz gözü görmüyordu.

Birden sert bir darbe ile yerden havalanan küçük midye daha ne olduğunu anlamadan suda dönmeye başladı. Kapaklarını açıp kapatıyor, yüzmeye çalışıyor ama bir türlü dalgaya karşı koyamıyordu. Sonra birden kendini sert bir zeminde buldu ve kabuğunda hissettiği sıcaklıkla beraber korkudan bayıldı.

O gün dışarıda çok güzel bir gün yaşanıyordu, hava güneşli ve sıcaktı. Bu havada piknik yapmanın çok güzel olacağını düşünen sümüklüböcek ailesi deniz kenarına doğru yola çıktı. Anne ve baba sümüklüböcek yemeği hazırlarken çocuklar da kumsala oyun oynamaya gittiler. Kumsaldan gelen çığlıklarla yerlerinden fırlayan anne ve baba sümüklüböcek seslere doğru koştu. Çocuklarının yanına ulaşan anne ve baba sümüklüböcek yerde baygın yatan midyeyi gördü. Küçük midyeyi de yanlarına alıp, apar topar toplanıp evlerine geri döndüler.

Bir gün boyunca baygın yatan küçük midye gözlerini açtığında karşısında ona bakan sekiz çift gözle karşılaştı. Hiçbir şey hatırlamayan küçük midye önce çok korktu. Saatler geçtikçe ve anne sümüklüböceğin hazırladığı leziz yemekleri yedikçe kendine gelen küçük midyenin korkusu geçti.

Küçük midye günlerini artık sümüklüböcek kardeşleri ile oyun oynayarak geçirmeye başladı. Çok bilgili bir sümüklüböcek olan baba sümüklüböcek daha önce bir çok deniz canlısı görmüştü. Deniz kenarında baygın buldukları küçük midyeye benzer bir canlı olan istiridye ile de daha önce tanışmıştı. Bu nedenle küçük midyeyi aile arasında istiridye diye çağırmaya başladılar.

Bir sümüklüböcek gibi yaşamaya alışan küçük midye büyüdükçe büyümüş ve okul çağına gelmişti. Kendini sümüklüböcek zanneden istiridye isimli midye okula başlayacağı ilk gün çok heyecanlıydı, anne ve baba sümüklü böcek ise çok endişeliydi. Sümüklüböceklerden farklı görünüşü küçük midyeyi okulda zor durumlara sokabilirdi.

Okula vardıklarında herkesin şaşkın bakışları ile karşılaşan küçük midye buna bir anlam veremedi. Kimse onunla konuşmuyor, yürüdüğü her yerde arkasından gülüşmeler duyuyordu. Gün boyu alay edilen küçük midye eve döndüğünde son derece mutsuzdu. Bunu fark eden anne ve baba sümüklüböcek ona her şeyi anlatmaya karar verdi.

Aslında bir sümüklüböcek olmadığını öğrenen küçük midye çok üzüldü ama geri dönüp ailesini bulması gerektiğini biliyordu. Ertesi gün sabah erkenden anne ve baba sümüklüböcek küçük midyeyi onu buldukları deniz kenarına götürdüler. Suya adım atar atmaz kendine gelen küçük midye birden her şeyi hatırladı. Geriye dönüp sahilde onu yaşlı gözlerle izleyen sümüklüböcek ailesine başına gelenleri anlattı. Ona baktıkları için teşekkür eden küçük midye sümüklüböcek ailesi ile vedalaşarak suya daldı.

*Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır. Delilerle alay edilmeyecektir.*