14.12.07

El Rey y Yo

Hubo una vez un gran Rey que tenía muchas tierras, un castillo y también un amor
Pero los caprichos de este amor con el tiempo sin castillo y sin perras lo dejó.

Hoy el Rey no puede ser feliz porque no tiene ni castillo ni amor
Hoy el Rey no puede ser feliz por que no tiene ya su amor.

Yo también contigo fui feliz mi amor y mi dinero te di y hoy pobre y solo lloro por ti

12.12.07

thy fearful symmetry

Tiger, tiger, burning bright
In the forests of the night,
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry?

In what distant deeps or skies
Burnt the fire of thine eyes?
On what wings dare he aspire?
What the hand dare seize the fire?

And what shoulder and what art
Could twist the sinews of thy heart?
And when thy heart began to beat,
What dread hand and what dread feet?

What the hammer? what the chain?
In what furnace was thy brain?
What the anvil? What dread grasp
Dare its deadly terrors clasp?

When the stars threw down their spears,
And water'd heaven with their tears,
Did He smile His work to see?
Did He who made the lamb make thee?

Tiger, tiger, burning bright
In the forests of the night,
What immortal hand or eye
Dare frame thy fearful symmetry?

5.12.07

Pfui!

Sieh einmal, hier steht er,
Pfui! der Struwwelpeter!
An den Händen beiden
Ließ er sich nicht schneiden
Seine Nägel fast ein Jahr;
Kämmen ließ er nicht sein Haar.
Pfui! Ruft da ein jeder:
Garst'ger Struwwelpeter!

See Slovenly Peter! Here he stands,
With his dirty hair and hands.
See! his nails are never cut;
They are grim'd as black as soot;
No water for many weeks,
Has been near his cheeks;
And the sloven, I declare,
Not once this year has combed his hair!
Anything to me is sweeter
Than to see shock-headed Peter.

4.12.07

kültür vasıtasıyla ulaşmak ve çeşitliliği kutlamak?

L'hippopotame au large ventre
Habite aux Jungles de Java,
Où grondent, au fond de chaque antre,
Plus de monstres qu-on n'en rêva.

Le boa se déroule et siffle,
Le tigre fait son hurlement,
Le buffle en colère renifle,
Lui dort ou paît tranquillement.

Il ne craint ni kriss ni zagaies,
Il regarde l'homme sans fuir,
Et rit des balles de cipayes
Qui rebondissent sur son cuir.

Je suis comme l'hippopotame:
De ma conviction couvert,
Forte armure que rien n'entame,
Je vais sans peur par le désert.

2.12.07

seni gidi seni...kibirli ceviz...

kitap okuyarak vakit geçirdiği tren yolculuğunda dışarıdaki soğuktan etkilendiği pek söylenemezdi. daha varılması gereken yere ulaşmaya saatler vardı. gözleri kapandı. bir karavan vardı ileride. çikolata rengi bir ruj sürmüş çilli kız karavanın önünde ağaçlardan topladığı meyveleri yıkıyordu. yan taraftaki gölden koşarak gelen köpeği farketti. yüzüne vuran kuvvetli otobüs farı ile açıldı gözleri ama fazla uzun sürmedi. yeniden kapandılar. şimdi de uçaktan izlediği denizin rengini gördü. birkaç dakika sonra yağmur başladı. uçakta olmasına rağmen burnuna toprak kokusu geldi. kulaklıklardan gelen müzik sesini farketti, kedisini özledi. çimlerin yeşil olduğu o gün kedisinin kırmızı acı biber rengi kanının akışını hatırladı. kafasını taşla ezmişti. çığlık atarak uyandı. dışarıda kar başlamıştı. kompartmandaki sıcaktan bunaldığını hissetti. sigara içmek için lokantaya yürüdü.

28.11.07

wash me, and I shall be whiter than snow

Similiter et omnes revereantur Diaconos, ut mandatum Jesu Christi; et Episcopum, ut Jesum Christum, existentem filium Patris; Presbyteros autem, ut concilium Dei et conjunctionem Apostolorum. Sine his Ecclesia non vocatur; de quibus suadeo vos sic habeo.
S. IGNATII AD TRALLIANOS

And when this epistle is read among you, cause that it be read also in the church of the Laodiceans.

The broad-backed hippopotamus
Rests on his belly in the mud;
Although he seems so firm to us
He is merely flesh and blood.

Flesh-and-blood is weak and frail,
Susceptible to nervous shock;
While the True Church can never fail
For it is based upon a rock.

The hippo's feeble steps may err
In compassing material ends,
While the True Church need never stir
To gather in its dividends.

The 'potamus can never reach
The mango on the mango-tree;
But fruits of pomegranate and peach
Refresh the Church from over sea.

At mating time the hippo's voice
Betrays inflexions hoarse and odd,
But every week we hear rejoice
The Church, at being one with God.

The hippopotamus's day
Is passed in sleep; at night he hunts;
God works in a mysterious way --
The Church can sleep and feed at once.

I saw the 'potamus take wing
Ascending from the damp savannas,
And quiring angels round him sing
The praise of God, in loud hosannas.

Blood of the Lamb shall wash him clean
And him shall heavenly arms enfold,
Among the saints he shall be seen
Performing on a harp of gold.

He shall be washed as white as snow,
By all the martyr'd virgins kist,
While the True Church remains below
Wrapt in the old miasmal mist.

27.11.07

sineklik taktım canıma

iki değişik tanrının oğlu boyadı bizi -diyecek sözüm yok-. çay demleyip daha nasıl kadın olunabileceğini öğrenemedim -avucumu yaladım-. Oradan kalktı o. sen burada dur hala. ucubeler asla akıttığı kanı yerde bırakmaz. evet cümlesini düzeltti muhtemelen ama sen yine de kanma -yüzünü yıkadı-. bu eğer senin için eskiden onun için olduğu gibi ise geçenlere duvarını açıp şölene davet et onları. kimse -hiç kimse- içmedi şaraptan yalnız ben içtim -çirkinim-. dar tünellerin -hepsinin- dibinde kilitlisin; bütün halinde. o kadar ki duvardaki yatağı algılayamadın. bana renklerde çabuk ölmek gerektiği öğretildi. ölmek bütün resimlerdeydi. üç günlüktü şarapların sonundaki hayal meyalim -balerini sen de gördün mü?-. şişeyi bardak sandığımdan anımsayamıyorum çok net -sen unutmazsın-. asılarak ölmeyi sevmedi, nasıl ölünebileceğini sorabileceğim öldü -tiksinç-. bir an benim için açıldığını sandım gözlerin.

22.11.07

çengelli iğne

Felaket! bir uçak göle çakılmamak için çabalıyordu. ama otobüsün üzerine düştü. saatlerce süren yangından kırmızı rujlu bir kız kurtuldu. dağın yamaçlarından taşlar düştü gürültüyle bir de sanki bir o eksikmiş gibi; felaket felaket üzerine. ateş üzerindeki çikolata gibi eridi; ortalık kahverengiye bulandı. kedilerin tırmaladığı yüzü kanıyordu kızın ama ruju hala kırmızıydı. çimenler bile yandı. kitap okurken yanmış biri: kitabı elinde. akan kanlar sıcak hala. yağmur da başladı.

Felaket! bir karavan denize düşmemek için çabalıyordu. ama o an oradan geçen trene çarptı. dakikalarca süren yangından mor farlı bir kız kurtuldu. toprak kayması başladı bir de sanki bir o eksikmiş gibi; felaket felaket üzerine. yağda kızartılan acı biberin yağı yakması gibi yaktı ortalığı, güneş doğdu. köpeklerin ısırdığı elleri kanıyordu kızın ama farı hala mordu. ağaçlar bile yandı. müzik dinlerken yanmış biri: kulaklıklar kulağında. cesetler soğuk. kar da başladı.

16.11.07

serpent in the sky

ne bu tarçın kokusu! insanın buzdolabı olası ya da kleptoman olup çakmak çalası geliyor. sıralanmış çakmak koleksiyonu bırakılması gereken kötü bir alışkanlık. buruşmuş sümüklüböcek kabukları -ki bunlar spiral olur- dalları olan ölü portakal ağacı üzerinde, odasından görülüyor. misinanın ucunda sallanırmış gibi duran demlik ve masanın üzerindeki yüzük masanın uzamasıyla büyük ve vişne çürüğü bir seyyar satıcı arabasına -eski satmak için araba- dönüşüyor, fincan kırılıyor. Mezarlıktaki siyah izleri mangalda yakılmış bir grup tahta kaşık oluşturmuş. güzel kahramanımız dövmesini sobaya vermiş, iki sandalye arasında oturup büyülü mumlarla yeşil küreyi yeşertiyor. kuru kilisenin şişman odasındaki tırnak izleri sisli bir edimsellikle böğürtlen kokuyor. yeni kokuları takip eden bir kedi deniz kenarına ulaşıyor. herşey yeşil ateşle beyazlaşınca karanlık çöküyor, parmak büyüklüğünde balıklar kül olup kıyıya vuruyor.

15.11.07

keyifsiz ve talihsizim

köstence
işkence
el pençe
çelik tencere
kapalı pencere
öyle bence de
unuttum trende

25.10.07

Tanrılar kurban istiyor!

Her lips were yellow as gold:
Her locks were yellow as gold :

Her skin was as white as leprosy,
The Night-mare L
IFE-IN-DEATH was she,
Who thicks man's blood with cold.

23.10.07

I'll grow back like a Starfish

-Neden sustun?
-Şu sivrisineği öldürsene..
Ergenlik sivilcesi için hazırlanan solüsyonların dibindeki tortular gibiyiz. Düğme büyüklüğünde kırmızı bir mum damlasının üzerine mührünü basarak yollamıştı mektubu. İlk mektubuydu. Atlıkarıncaya binmiş gibi sevinmiştim. Mıknatıslarla süngerleri karşılaştırıyormuşum meğer. Kirpiler hep yollarda ezilirler...
Güneş açmışmış o gün öyle söylediler. Gümüş saçlarımı topuz yapmıştım. Alt kattaki kahveden tavla sesleri geliyordu. Bence yağmur yağıyor olmalıydı. Kararlaştırılmış kararlara uyma zorunluluğu sonrası sıkıntı; “sabırlı ol” demişler, anlamamışım, onun yerine pençelerimi çıkardım. Kral ve kraliçe koskoca sarayda sıkıntıdan patlıyor olmalı.
Mürekkebe batırdım kalemi, basit bir not yazdım parlak cisimlere olan hayranlığımla ilgili. Ama her şarkı her aletle çalınmaz ki, ben kontrabas ile çalmaya çalışmışım, anlatanların yalancısıyım.
İşte sirklerde öğretilen yanlış bilgiler... Büyülü çadırda saçlarıma da parfüm sürmeyi öğrenmiştim. Sonra zürafalar vardı, masada oturup bizimle yemek yerlerdi. Kirpiklerini çok severdim. Parlayan ıslak yollardan geçtikten sonra merdivenle çıkılırdı çadır alanına. Şüphesiz arkada duran karavanlardan biri ameliyathaneydi, o cüceyi ve o deveyi orada yapmışlardı. Çaydanlıktan yansıyan beyaz ışık güçlü ve saatte 90 km hızla giden bir sivrisineği bile kör edebilir. Birbirimize aşinalığımız mükemmel –sivrisinekle ben-, bu ne saygısız rüya!? Kargalar balonları patlattı, neşterler gece ava çıktı... Mahvoldum, bu zavallı bir de-ja-vu. Kaybetmekten korkan yüzde yüz deli gibiyim. Sanatoryumlar korusun bizi. Amin.

22.10.07

i really love your pride

İçi kutu kutu pense dolu çantasını tutkuyla yanında taşıyan bir kuaför çırağı gibiyim. Yeşil kupaları toplayıp koleksiyonlarını yapmak ve sarı camlı gözlüklerden nefret etmek gibi daha ilginç hobilerim de var. Dün gece rüyamda delgeçler saldırıyordu bana; geceleri ayık olmak işime gelmiyor işte sırf bu yüzden. Hem ben trenlerden de nefret etmeye başladım.
Parfüm hırsızları iş başında... Neye elimi atsam ya elimde kalıyor –kolu kopuyor mesela- ya da düşüp kırılıyor. Bu balık tanrılar anlamadı hala, bana değerli birşey emanet etmeyin, mahvederim. Düz yolda yürüyemeyip düştüğümü de çok iyi bilen aynı balık hafızalı tanrılar bir de yağmur yağdırıyorlar mesela düzenli olarak. Arabalar üstüme üstüme davranıyor, canım kiralık sanki, ucuzluk da var. Köpekler!
Geçen gün mum yaktım; canlı bir aslan görme dileğim vardı. İşte dilek haklarımı da böyle harcıyorum ben, havayı tüketmek gibi gereksiz yere.
Hava çok soğuk, ne kadar içersem içeyim sarhoş olamıyorum suyla. Kalbi kırık bir şaman yaratmış salatalara konan o sebzeleri anlaşılan. Dediler ki “Çakmakla yakarsan bunları, şansın döner.”, hey tanrılarım çam ağaçlarına ettiniz merhamet, ya beni neden üzgün ettiniz?
Cetvelle ölçtüm tanrılardan pokerde kazandığım bedava üzüntü miktarını, 13 cm çıktı. O gün başıma geçen ışık miktarını da terazilerle ölçebilirdik: yıldırım üstüne yıldırım. Su içelim sarhoş olalım propagandası tutmadı. Şapkamdan kirpi çıkarıp sahneyi terk ettim. “Kibirli yengeçlerin bile cennette yerleri hazır.” dedi perde kapanmadan kraliçe sahneden. “Yalancı!” diye bağırdılar, utandım.

19.10.07

bok değil kaka

Bilakis durumdan muzdarip olmakla beraber umutsuz değilim. Bu salaklık nereden geliyor? Heveslene heveslene kemik sandığı şeye uzaktan dili dışarda koşan bir köpeğin en sonunda kokusuz, tatsız bir plastik parçası ile başbaşa kalması gibi kalakalıyorum. Yok yok bu tanrı da insaf yok.

16.10.07

tetradox

Absürd yerlerde absürd şeyler vardı. Can acıtan iğneler yerlerdeydi. Acıtmak yine iyimser bir kelimeydi. O anda alarmlı saat zangırdamaya ve zingirdemeye başladı. Bir uçak çatıya çok yakın geçmişti, zangırdama aslında onun yüzündendi. Uyanmaya çalışan bir insan bunu ne kadar algılayabilirdi? Acaba uçaktakiler Çin’e mi gidiyordu? Çin Seddi’ni görecekler miydi? Davranış bozukluğu gözlerinin ileri derece miyop olmasıyla açıklanabilir miydi? Uyku için duyduğu istek ve uykunun dayanılmaz cazibesi aslında derinlerde yatan soğukkanlı bir memelinin verdiği sinyaller miydi? Dayanıklı olmalı! Düşünme artık, dur! Rüyamda düşüyordum... Gözlerim açık mıydı yoksa kapalı mı?-Gözleri şu anda tamamen kapalı- Kulağıma eğlenceli bir ezgi geliyor bir yerlerden -Şişeler devirdim senin uğruna...-
İnsan ırkının dünya üzerinde varolması: Küçük bir çocukken “Ekvatorda yaşayanlar neden düşmüyorlar?” diye merak ederdim. Sonra küçük prensi okudum. Sonra çizilen tüm istatiksel grafiklerde fil yutmuş boğa yılanı gördüm... İyi pillerle çalışan bir saat hiç susmaz. Hedefsiz dart tahtası düşsün kafana! Uçağın çizdiği kavis acaba gökyüzünde bir iz bırakmış mıdır? Kesinlikle bırakmıştır ya da kim bilir? Gözlerini açmadan bunu sorman mantıksız. Nazikçe aç şimdi gözlerini... Eyvah! Bir ordu gibi geliyorlar... En iyisi ölü taklidi yapmak... Sivrisinekler... Biraz oyun oynayalım...
Pagan pagan pagan- Silah sesleri- Evet sayın seyirciler, büyük bir patlama oldu. Radyo çalmaya başladı–Derbeder oldummm...- Kazanan piyango biletlerinin numaralarını açıklıyorlar. Benim bir biletim yok ama olsaydı 33’lü bir sayı olmasını isterdim. 9568433. Neden sırıtıyorsun şimdi? Sinir şey... Hay aksi şeytan... Aklıma bir şiir geldi.. Kelebekler ve ölen bir kadınla ilgili... Kendimi şikayet edeceğim. Uyan!

Uyandım... Önce yerdeki iğneleri toplamam lazım... Yanardağ patlamış... Zirveden aşağıya kırmızı toplar yuvarlanıyormuş.

“drink whiskey at the airport bar”

Geçmiştir bazı hezeyanlar.
Kırmızı parendeler atarak hiçbir şeye bulaşmadan devam ediyorum.
Endoplazmik retikulumlar oynaşıyor.
Tahtada yazan siyah harfler polisiye bir dizi başlangıcında olmadığımı onaylıyor.

“drink whiskey at the airport bar”

Artık ne sinirinden düşen vişneler ne balıkçılara şapka çıkaran balıklar var.
Atellenmiş kollarım hala kırık ya da yanlış kaynamış -at ellenmiş diye düzeltiyor beni sağ olsun.

Tramplenler öksüz kaldı.

Yolda yürüyorduk/yanımda bir grup vardı/bodrum sokaklarındaydık ve her yer bomboştu/bazı camlar kırık evler ise terk edilmişti/sığınacak bir ev arıyorduk/yolun karşısındaki eve baktığımda büyük bir çiçek merdivenlerdeydi/koyu bir turkuvaz duvar vardı/ona değil de tam karşısındaki eve girdik/ev boş gibiydi/yukarı çıktığımızda arka balkondan havuzu gördüm/pervazlar ahşaptı/kızın yatak odasında duvarlarda raflar ortada ise kocaman beyaz bir yatak vardı/kız yatağın üzerinde oturur pozisyonda/saçları -koyu dalgalı uzun- yüzünü kapatıyordu/yatak kocaman bir pencereye bakıyordu/babası ve uşak geldi sonra/ben ve onlar yatağın etrafına dağılmıştık/pencerenin önündeydim/baba uşağa "getir" dedi/uşak beyaz bir bez içinde ikiye katlanmış ve derisi yüzülmüş bir keçi getirdi/gözleri açıktı ve lacivertti/sonra gökyüzüne baktım/abartılı bir kuş sürüsü pencereye doğru geliyordu/ben martı zannediyordum/onlar beyaz siyah ve griydiler/gökyüzü ise maviydi/ama şimdi düşünüyorum da onlar kargaydı/pencerenin önünde karşı duvardaki raflara yöneldim/niyetim fotograf makinasını almaktı/kuşlar kaçıştı/bana kızdılar/"yine gelirler" dedim "keçi burada"/bulamadım makineyi/yanlış köşedeki raflara bakıyormuşum/yine geldiler/yediler/kalanları aynı renkte fare sürüleri bitirdi.

Uyandım.

Yüksek galaksiler konseyi toplanmıştı/ben "öğle yemeği yenmeli" diyordum/"sen ne yersen o olsun" dediler "öğle yemeği dediğin her neyse"/ama bu uzunca bir ikna toplantısından sonraydı.

Ve karpuzla uyandım.

Kollarımı açmış yatıyordum/hastane/"kan acaba akıyor mu?" dediler/iki kolumda da serum iğnesi vardı/bir hortumla ikisini birleştirdi/sağ kolumdan çıkan kan sol tarafa aktı/"evet varmış dolaşım" dedi doktor.

ya da diyemeden uyandım

Voodo voodoo bebeğim annen sana terlik pabuç alacak.
Kalk voodoo bebeği annen sana terlik pabuç alacak.


13.10.07

And the sky was made of amethyst

...

Birden kalabalığın ve önündeki binanın derinliği ve renkleriyle netlikleri büyük ölçüde kayboldu. Karşısındaki görüntünün sadece sarı ve kahverengi tonlarıyla yapılmış izlenimci bir tablosuna bakıyordu adeta. Ve içinden, birisi ses düğmesini kapatmış, diye geçiriyordu.
Hem görüntü hem ses tamamen kaybolup da, desteksiz kalarak darağacının altında açılan kapaktan aşağı düşen biri gibi bilinçsizlik uçurumuna düşmeden hemen önce bir an, ölmek böyle bir şey mi, diye düşündü.
Doyle arada bir sıçrayarak, ama sol bacağında yeni, gıcırdayan bir eklem oluştuğu için daha çok yarı ezilmiş bir hamamböceği gibi tek ayağı ve iki eli üzerinde sürünerek, yağmurdan kayganlaşmış asfaltın üzeride öğüre öğüre hızla nefes nefese ilerliyor, üstüne gelen arabaların lastiklerini çığlık çığlığa bağırtarak fren yapmasıyla yola doğru eğilen ön tamponlarını görmüyordu.
Mıcırlı bankette, dikkatsizce savrulmuş bir eşya gibi gelişigüzel bir şekilde iki büklüm yatan bedeni görebiliyordu ve iyi olup olmadığına bakmak için kendi kendine işkence ederek zorlamasına rağmen, biliyordu ki iyi olmayacaktı. Bu olayı gerçek yaşamda bir kez, rüyalarda ise defalarca yaşamıştı; aklı endişe, korku ve umutla yanıyordu, ama bir yandan da ne bulacağını biliyordu.
Ama bu defa farklıydı. Hatırladığı asfalta ve otoban direğine saçılmış kan, kemik ve parlak renkli kask parçaları karışımının yerine kafası hala bütündü ve omuzlarının üzerindeydi. ama yüzü Becky'nin yüzü değildi- dilenci çocuk Jacky'nin yüzüydü.
Şaşkınlıkla olduğu yere çöküverdi; sonra aslıda bankette olmadığını fark edince her nedense şaşırmadı. Camsız pencerelerinde kirli perdeler uçuşan dar bir odadaydı. Pencere durmadan şekil değiştiriyordu; kimi zaman yuvarlak oluyor, mimari büzücü bir kas gibi daralıp genişleyerek bazen bir dikiz deliği, bazen de Chartes Katedrali'ndeki gül pencere gibi oluyor, kimi zaman da dörtgen denilebilecek tüm şekillere giriyordu. Zemin de keyfine göre hareket ediyordu; bir an öyle yükseliyordu ki, Doyle tavana çarpmamak için eğilmek zorunda kalıyordu, bir an ise cansız bir trambolin gibi sarkıp onu bir çukurda bırakıyor, o da başını kaldırıp göbek dansı yapan pencereyi izliyordu. Eğlenceli bir oda olduğuna şüphe yoktu.
Ağzı hissizdi ve taktığı iki ameliyat maskesi yüzünden Doyle'un yalnızca parlak gözlerini görebildiği dişçi ona dokunmamasını söylemiş olmasına rağmen, Doyle kürklü bir eldiven giymiş olduğu elini belli etmeden dudaklarına götürdü ve altın rengi kürkün üzerinde parlak kan lekelerini görünce korkuya kapıldı. Dişçiye bak, diye geçirdi içinden ve kendini zorlayarak bu görüntüden çıkıp küçük odaya dönmesine rağmen, kürklü eldivenler hala ellerindeydi ve ağzından hala hızla kan damlıyordu. Yine bir mide krampına dayanarak öne eğilince, kan birinin yerde bıraktığı tabak, çatal ve kaşığın üzerine sıçradı.
Birinin bulaşıklarını ortada bırakmış olmasına çok kızdı, ama sonra bunların kendi akşam yemeğinden kaldığını hatırladı. Uyuşukluğa ve kanamaya bu mu neden olmuştu? İçinde kırık camlar mı vardı? Çatalı aldı ve keskin pıhtılara karşı korkuyla gözlerini dört açarak, tabakta kalan yemek artıklarını karıştırdı. Bir süre sonra içinde cam olmadığına karar verdi.
Peki ama bu yemek neydi? Kokusu soteyi andırıyordu, ama kiviye benzeyen, daha küçük, sert ve daha tüylü bir şeyden ve yapraklardan yapılmış soğuk türlüydü. Aklı tüylü ve türlü kelimelerinin kafiyesine takıldı. İki kelimenin bariz bağlantısı bir elektirikli süpürgenin emiş borusunda sağa sola çarpan madeni para gibi dikkatini çekiyor, başka bir şey düşünmesine engel oluyordu. Sonunda kurtuldu ve tuhaf meyveyi tanıyınca bir an ürpererek aklının berraklaştığını hissetti. Bunları daha önce Hawaii'deki Nuuanu Bahçelerinde, uzun bir ağaçta görmüştü ve ağacın bilimsel adını hala hatırlıyordu. Strychnos Nux Vomica, en zengin ham striknin kaynağı.
Striknin yemişti.
Su berbat kokuyor, birkaç günlük balık leşleri ve çürümüş yosunlarla dolu bir akıntıyı andırıyordu, ama kaldırım rengarenk mayolar giymiş neşeli insanlarla doluydu. Doyle, Yo-Ho büfesinin önünde kuyruk olmadığını görünce sevindi. Sendeleyerek dar pencereye yaklaştı ve adamın dikkatini çekmek için elindeki çeyrekliği tahta tezgaha vurdu. Adam arkasını döndü ve Doyle karşısında önlüğü ve kağıttan beyaz şapkasıyla J. Cochan Darrow'u görünce şaşırdı. Üzüntüyle, sonunda iflas etti, diye düşündü ve artık kahrolası bir muz tezgahı işletmek zorunda. Doyle, "Bana bir-" diye başladı.
Darrow, " Bugün sadece aktif hale gelmiş kömürlü shake'imiz var,"diye araya girdi. Başını dikti. "Sana söylemiştim Doyle."
"Doğru ya. Öyleyse onlardan bir tane alayım."
"Kendin yapmak zorundasın. Benim bir gemiye yetişmem gerek -on dakika sonra batacak." Darrow pencereden dışarı uzandı, Doyle'un yakasına yapıştı ve kuvvetle asılarak, omuzları kenarlara sıkışana dek pencereden içeri çekti.
İçeride ışık yoktu. Bir kül bulutu yükseldi ve Doyle'u öksürttü. Kendini kurtarıp yere indi ve kendini odanın küçük şöminesine kafa üstü inmiş bir halde buldu. Tanrım, diye düşündü, bir o tarafta, bir bu tarafta halüsinasyon görüyorum. Striknin hezeyana yol açar mı? Yoksa iki zehir birden yemeyi mi becerdim?
Yine de Darrow haklıydı, diye düşündü. Bana gereken şey kömür, güçlü bir doz -ve çabuk. Bir defasında bir adamın ölümcül dozun on katı miktarda striknin yediğini ve ardından kömür tozu aldığını ve hiçbir rahatsızlık duymadığını okumuştum. Neydi adı? Touery, işte o. Peki ben nereden bulacağım? Oda servisini ara ve şu kömür filtreli sigaralardan on beş karton getirmesini söyle.
Dur biraz, diye düşündü. Burada gözümün önünde büyük miktarda var zaten. Şömünedeki şu yanmış odun parçaları. Aktif hale gelmemiş olabilir ama yine de içinde milyarlarca mikroskobik göznek vardır, seni daha iyi emebilmek için, sevgili strikninim.
Hemen bir kap ve Mısır ya da başka bir yerin tanrısına ait köpek başlı küçük, bir heykel buldu, bunları havan ve havaneli gibi kullanarak, siyah, yanık ve gevrek odun parçalarını ezip toz haline getirmeye başladı. Bunu yaparken, ellerinde ve dirsekten aşağısında parlak sarı tüylerden bir kürk oluştuğunu fark etti ve gerginlikle bunu halüsinasyonlara bağladı.
Durumun bir başka açıklaması, aklının bir köşesinde sabırla sırasını bekliyordu.
Bu arada ağzından sürekli kan damlıyor, damlalar sık sık taneli siyah toz yığınına düşüyorlardı, ama giderek azalıyordu ve düşüneceği daha önemli şeyler vardı. Taneli siyah maddeyi tüylü parmaklarının arasında gezdirirken, peki bunu nasıl yiyeceğim, diye düşünüyordu.
Önce küçük, hap kadar olan kömür parçalarını yutmakla başladı. Sonra bir köşede duran leğendeki suyu kullanarak siyah tozdan küçük toplar yaptı ve bunlardan düzinelerce yutmayı başardı.
Biraz suyla karıştırınca kolayca şekil verilebililiyordu ve bir süre sonra siyah parçaları yemeyi bırakıp, sıkıştırarak küçük bir insan figürü yapmaya koyuldu. Becerisi karşısında şaşırdı ve ilk fırsatta biraz heykel kili almaya ve bir heykeltıraş olarak yeni bir hayata başlamaya karar verdi. Kol ve bacak parçalarını gövdeye tutturmadan önce parmaklarının arasında sadece birkaç saniye yuvarlamıştı, ama şimdi baldır ve pazuların dolgunluğunu, diz ve dirsek açılarının kusursuzluğunu görüyordu ve başının ön kısmına çabucak yaptığı birkaç tırnak izi de, her nasılsa Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanındaki Adem'ini andıran bir yüz ortaya çıkarmıştı. Bu küçük heykeli saklamaı gerekecekti -günün birinde Louvre'da ya da başka bir yerde gururla sergilenecekti: Doyle'un ilk eseri.
Ama bu yüzün Adem'e benzediğini nereden çıkarmıştı? Yaşlı, korkunç derecede yaşlı bir adamın yüzüydü. Kol ve bacakları da yağmurun arkasından güneşin açtığı bir günde yolda bulduğunuz büzülmüş solucanları andıran kurumuş, çarpık birer karikatürdü. Dehşet içinde heykeli kırmak üzereydi ki, heykel gözlerini açtı ve ağzını yayarak gülümsedi. Yüksek sesli, çatlak bir fısıltıyla, "Ah, Doyle!" dedi. "Konuşacak çok şeyimiz var!"
Doyle bir çığlık attı ve geri geri sürünerek neşeli şeyden uzaklaştı- zemin yükselip alçalma numaralarına yeniden başladığı için bu pek kolay değildi. Bir yerlerden ağır, dişlerini zangırtadan bir davul sesi geldiğini duydu ve duvarlarda dev asit damlaları oluşup yüzeyi eriterek aşağıya inmeye başladıklarında, çok geç de olsa tüm evrenin canlı bir organizma olduğunu ve kendisini sindirmek üzere olduğunu anladı.
Uyandığında yerdeydi...

9.10.07

happy people have no stories

bir balığı böyle bulduğunda başlamalıydın, biliyordun, başladın. bazen boylu boyunca bezenmiş, bilur ballarla beslenmiş, bakır bedenini bu bahtlı bedeviye adaman beklenebilir, başlamak böyledir, acil bir akıl basar başları, balkonlardan bakarsın, berilerden beliriverir: alçaktan boğa böğürtüleri.

asla başkasına bahsetmeyeceksin - balıkla boğanın birbirini bellemesi ancak böyle belleklere, anlıklara aşılanır, bağ bağlar.

7.10.07

welcome sandman#21

Balık alıyorum/ama et yiyen bir balıkmış/minik/Fransa olaya karışıyor/bana balık için evde sürekli yumurta pişirmelisin diyorlar/Fransızca/balık yumurta yiyormuş.


*Gittikçe eskici oluyoruz Olric. Ne yapalım efendimiz yeniliklere yetişemiyoruz. Doğru. Nefes nefese kalıyoruz. Erkeklik bizde kalsın. Olup bitenleri de izlemiyoruz. Eskiye bağlılığımız bir şey bildiğimizden değil. Eskisi bundan kötü olamaz ya, diyoruz. Tam da bilmiyoruz yeniyi. Onlar utansınlar Olric. Biz yine işin kolayına kaçalım. İşimiz pek de kolay değil efendimiz. Kimseyi kandıramadıktan sonra neye yarar Olric? Daha denemedik efendimiz.*

4.10.07

The more I talk about it the less I do control

Bir şeyin tadına bakacaksan orada olacaksın. Sadece yemeğin sonundaki tatlıyı silip süpüremezsin, güzelim.

2.10.07

Everyday hurts a little more

endikasyonlara bakılırsa ben yine bizzat kendim bir alttaki boyuta doğru düşmeliyim. Hay o kurabiyeyi yiyen ben! şapşal! üzerine ne olduğu belirsiz o şeyi içmeseydin bari! bi büyü bi küçül! peki o nereye çıktığı meçhul kapılardan geçip durmana ne demeli?! bir tırtıla mı güvendin? afferim sana... kedi sana diyorum sırıtma!! keşke "croquet" oynamayı bilmeseydim de kraliçe kafamı uçursaydı...bravo bana! insaf! insaf! tik tak tik tak, sonuma yetiştin mi tavşan? tebrikler! bok değil kaka!

1.10.07

bütünüyle kuşkudayım!

Aşkımın şiddetinden koptu gönlün freni
Doktor beni sanıyor hala şizofreni

26.9.07

I am the "who" when you call who's there

Boys and girls of every age

Wouldn't you like to see something strange?

Come with us and you will see

This, our town of Halloween

This is Halloween, this is Halloween

Pumpkins scream in the dead of night

This is Halloween, everybody make a scene

Trick or treat till the neighbors gonna die of fright

It's our town, everybody screm

In this town of Halloween

I am the one hiding under your bed

Teeth ground sharp and eyes glowing red

I am the one hiding under yours stairs

Fingers like snakes and spiders in my hair

This is Halloween, this is Halloween

Halloween! Halloween! Halloween! Halloween!

In this town we call home

Everyone hail to the pumpkin song

In this town, don't we love it now?

Everybody's waiting for the next surprise

Round that corner, man hiding in the trash cam

Something's waiting no to pounce, and how you'll...

Scream!

This is Halloween

Red 'n' black, slimy green

Aren't you scared?

Well, that's just fine

Say it once, say it twice

Take a chance and roll the dice

Ride with the moon in the dead of night

Everybody scream, everbody scream

In our town of Halloween!

I am the clown with the tear-away face

Here in a flash and gone without a trace

I am the "who" when you call, "Who's there?"

I am the wind blowing through your hair

I am the shadow on the moon at night

Filling your dreams to the brim with fright

This is Halloween, this is Halloween

Halloween! Halloween! Halloween! Halloween!

Halloween! Halloween!

Tender lumplings everywhere

Life's no fun without a good scare

That's our job, but we're not mean

In our town of Halloween

In this town

Don't we love it now?

Skeleton Jack might catch you in the back

And scream like a banshee

Make you jump out of your skin

This is Halloween, everyone scream

Wont' ya please make way for a very special guy

Our man jack is King of the Pumpkin patch

Everyone hail to the Pumpkin King

This is Halloween, this is Halloween

Halloween! Halloween! Halloween! Halloween!

In this town we call home

Everyone hail to the pumpkin song

La la-la la, Halloween! Halloween!

24.9.07

i am dead already


hah
hah hah hah hah
ha ha ha ha ha ha ha ha ha
dur... kaçma...
benim de gözlerim vardı bu boşluklarda
parça parça kurtların yediğine bakma
ne ateşli dudaklar değmişti dudaklarıma
komik mi? hah ha ha...
korkunç değil mi? korkunç...

hah
hah hah hah hah
bu mezar, işte bu benim yatağım
bunlar da kurtlar...
etlerimi yemek için sabırsızlanıyorlar
bu toprakları siz attınız üzerime
dün sizlerleydim daha caddelerde
bugün ölülerle...

yooo, yooo, yooo, yooo,
ben ölü değilim
yoo, yoo, yoo, yo, yo, yo, yo,
hayır, hayır, hayır, hayır
istemiyorum bu sandığı
ne olur bu kadar ağır betonlarla kapatmayın üzerimi
dayanamam
yoo, yoo, yoo, ne olur kıymayın bana

26 Subat 1961

dağ gibi ateşler yakıyorlar geceleri
gölgeler oynaşıyorlar
mezar taşlarımı ne?
yoksa onlar mı?
ben ellialtıncı parselden kaçtım buraya
ordan, sizin gömdüğünüz yerden
hah, ha, ha, ha, hah, hah, ha, ha, ha, ha
kurtlar aç kaldı, şimdi çukurda
zavallı kurtlar.

yine birini yakıyor olmalılar, bakın... bakın...
çığlıklar... çığlıklar... çığlıklar...
bizimkilerin çığlıkları, ölülerin...
hah ha hah hah ha ha ha ha hah ha ha ha ha
dedim size biri yanıyor yine
bir eğlence var
birazdan bu çığlıklar benim için atılacak

sahi ben, ben nerden geldim buraya?
bütün duaları unuttum...
peki siz siz kimsiniz? ya bu aydınlık?
bu toz toprak, bu çiçek kuruları üzerimde...
şu yara, şu başımdaki...
sahi, sandukamı çakarken kafatasıma saplanmıştı çivileri.
acemi mezarcılar...
ama benim başım acımazki, ben ölmem ki... hah hah ha ha ha ha

bu gün tam kırkıncı günüm,
didik didik etti kurtlar ellerimi
dokunsanız ellerinizde kalacak
gözlerim, burnum, dudaklarım...
dişlerim koptu yerlerinden.
ben toprağım, ben kemiğim, ben kurdum,
ha ha ha ha ha ha ha ha ha ha
ben ölüyüm.

yılanlar doğuşuyor mezarımda kurtlarla kımıl kımıl
etim çok semiz olmalı...
yoksa dudaklarımı mı paylaşamıyorlar?
ne dersiniz? bir zamanlar kadınlarda paylasamazdı da

bir kış günü yatırdılar beni buraya
hepiniz kalın giyinmiştiniz.
ama ben çırılçıplaktım
ne komik degil mi?
çırılçıplak...
ha ha ha ha ha ha ha
kefen dahi giydiremediler üstüme
param yoktu ki...

tüm adabını öğrendim yer altının
tüm törelerini,
alıştım da.
etlerim parçalanıp düştükçe toprağa
daha da alışıyordum.

ama geceleri korkuyorum yalnızlıktan
yalnızlıktan korkuyorum... oooooooh hah hah ha ha ha ha ha ha
onun için beyaz beyaz geziniyorum rüyalarınızda arasıra
korkuyorum... korkuyorum... korkuyorum...
ne olur beni de alın, beni de alın, beni de alın
geceleri aranıza.

21.9.07

Lift up the reciever I'll make you a believer

Odamda oturmuş bir yandan otuz sekizliğimi temizliyor, bir yandan da gelecek işimin ne olacağını tahmin etmeye çalışıyordum. O anda odamın kapısı açıldı ve Heather Butkiss adındaki uzun ve sarı saçlı bir afet içeri girdi. Üzerinde elbise diye giydiği kısa etek ve dapdar bluz, derin düşünme halindeki bir mandaya bile kalp krizi geçirtebilirdi.

"Senin için ne yapabilirim bebek?"

"Bana birini bulmanı istiyorum."
"Yitik biri ha? Polise gittin mi?"
"Pek sayılmaz Bay Lupowizt."
"Bana Kayzer de bebek... Peki, ne iş?"
"Tanrı."
"Tanrı mı?"
"Evet, Tanrı. Yaradan, Varoluş nedenimiz, Yücelerin yücesi. Bana onu bulmanı istiyorum."

Daha öncede böyle garip müşterilerim olmuştu; ama vücudu böyle olan bir müşteriyi dinlememezlik edemezsiniz.


"Neden"

"Orası benim sorunum Kayzer. Sen yalnızca bul."
"Üzgünüm bebek. Yanlış adama geldin."
"Ama neden?"
"Her şeyi bilmeden..." dedim kalkarken.
"Peki, peki" dedi, alt dudağını dişleyerek. Çorabının lastiğini düzeltti. Ama bu blöfü görmeyecektim.

"Haydi bebek, baştan başlayalım."

"Şeyy...aslında ben çıplak model filan değilim."
"Yaa?"
"Dahası, adım da Heather Butkiss değil. Adım Claire Rosensweig ve Vassar' da öğrenciyim. Felsefe bölümünde. Batı felsefesi tarihi filan... Ocak ayına kadar bitirmem gereken bir ödevim var. Batı dinleri üzerine. Sınıftaki bütün çocuklar kafadan bir şeyler yazacaklar; ama ben gerçekten bilmek istiyorum. Profesör Grebanier eğer ödevi beğenirse sınıfı geçireceğini söyledi. Ve babam da sınıfımı geçersem bana bir Mercedes vaat etmişti."

Bir paket sigara ve bir paket ciklet açıp ikisinden de birer tane aldım. Olay ilgimi çekmeye başlamıştı. İlginç konular. Zeki bir kadın ve o kadının daha iyi tanımak istediğim vücudu...

"Tanrı nasıl bir şey?"
"Hiç görmedim ki?"
"O zaman var olduğunu nerden biliyorsun?"
"Var olup olmadığını bulmak ta senin işin."
"Harika! Nasıl bir şey olduğunu bile bilmiyorsun, öyle mi? Nerede bulabilirim onu?"
"Bilmem. Gerçekten bilmiyorum. Ama her yerde olduğunu söylüyorlar. Yerde, gökte, çiçekte.. sende, bende... şu sandelyede."

Aha! Demek panteistti. Bunu aklımın bir köşesine not ettim. Günde yüz dolar, artı tüm giderler ve bir akşam yemeği randevusuna işi bir deneyeceğimi söyledim. Onayladı, anlaştık. Asansörde birlikteydik inerken. Dışarda hava kararıyordu. Tanrı belki vardı, belki de yoktu; ama bu kentte bu yerlerde benim onu bulmama engel olmaya çalışacak birilerinin olduğundan emindim.


İlk olarak Rabbi Itzhak Wiseman'a gittim. Bizim sinegogda görevli bir hahamdı ve bir keresinde şapkasının içine krema dolduran birilerini yakaladığım için bana bir iyilik borçluydu. Onunla konuşurken birden korktuğunu farkettim. Gerçekten korkmuştu.

"Tabi ortada bir şeyler dönüyor; ama ben onun adını bile boş yere anamam. Adı boş yere anıldığı zaman çok kızar, beni öldürebilir." Adı konusunda bu kadar alıngan birine hiç rastlamamıştım.

"Siz hiç onu gördünüz mü?"
"Tanrı' yı mı!?.. Bana ara sıra da olsa torunlarımı gösteriyorlar diye ben kendimi şanslı sayıyorum!"
"O zaman var olduğunu nerden biliyorsunuz?"
"Nerden mi biliyorum? Bu ne biçim soru? Eğer yukarıda biri olmasa böyle bir elbiseyi on dört dolara olabilir miydim sarıyorsun? Baksana... gabardin üstelik."
"Başka bir dayanağınız var mı?"
"Dayanak mı Tevrat'a ne dersin? O ne ha? Yemek kitabı filan mı? Musa' nın İsrailoğullarını Mısır'dan nasıl çıkardığını sandın? Şarkı söyleyip dans ederek mi? İnan bana, Kızıl Deniz'i ortadan ikiye ayırmak her babayiğidin harcı değildir! Güç ister."
"Güçlü, desene."
"Evet... Çok güçlüdür. Aslında yaptıklarını gören onu daha tatlı biri olarak düşünüyor ."
"Nasıl oluyorda onun hakkında bu kadar çok şeyi biliyorsun?"
"Çünkü biz seçilmiş insanlarız. Bize bütün çocuklardan daha iyi bakar, bir gün onunla bu konuyu tartışmak istiyorum zaten..."
"Seçilmiş insanlar olmak için ona kaç para verdiniz?"
"Orasını karıştırma.."

İşte böyle. Yahudilerin Tanrı'yı tutmak için bir çok nedenleri vardı. Eski bir koruma mekanizmasıydı işleyen. Parayı al, kulunu koru. Ve Rabbi Wiseman'ın konuşlarından anladığım kadarıyla Tanrı, Yahudileri iyi soyuyordu doğrusu. Bir taksiye atladım ve onuncu caddedeki Danny'nin Bilardo Salonuna gittim. Yönetici ince, kısa ve hoşlanmadığım bir tipti.

"Şikago Phil burada mı?"
"Soran kim?"

Yakasına yapıştım ve burnuna doğru konuştum.


"Konuşsan iyi olur böcek."

"Arkada" dedi ani bir tavır değişikliğiyle.

Şikago Phil. Kalpazan, soyguncu, fedai ve ayan beyan Tanrı tanımazdı.


"Öyle biri hiç olmadı, Kayzer. İşin doğrusu bu. Kocaman bir yalan bu, herkesi kandırıyorlar. Koca oğlan diye biri yok. Bir yalan şebekesi bunlar. Çoğu sicilyalı. Uluslararası bir şebeke. Belli bir liderleri yok.. Şeyy... belki de papa' dır... lider yani..."
"Papayla görüşmek istiyorum o zaman!"
"Ayarlarız" dedi göz kırparak.
"Claire rosenweig adı senin için bir şey ifade ediyormu peki?"
"Hayır."
"Heather Butkiss?"
"Bir dakika... Tabii! Radcliff' teki çocukların oksijen peroksit işinde o da vardı."
"Radcliff mi? Bana Vassar demişti."
"O zaman yalan söylemiş. Radcliff' te öğretmendir. Bir süredir bir filozofla çıkıyordu."
"Panteist miydi adam?"
"Hayır. Amprisist... galiba... işe yaramaz biri! Ne Hegel' i nede diyalektik motodolojinin hiç bir adamını tutmadığını duymuştum..."
"Hiç birini mi?"
"Hiçbirini. Bir caz üçlüsünde davulcuymuş bir zamanlar. Sonra kafayı mantıksal pozivitizm'e takmış. En son, Colombia Üniversitesinde bir seri Schpenhauer dersi almak için bir soyguna karıştığını duymuştum. Okuldakilerde onu arıyorlar; ders kitaplarını satıp okul harcını onunla ödeyecekmiş."
"Sağol Phil."
"İnan bana, Kayzer. Yukarıda kimse yok. Yalan bu. Bir an için doğa üstü bir varlığa inansaydım bütün bu işleri yapıp, toplumun anasını satarmıydım sanıyorsun? Evren tamamen fenomenolojik bir olgu. Hiç bir şey sonsuz değil. Her şey anlamsız. Yaşam tamamen absürd."
"Sabahki yarışın üçüncü ayağını kim kazandı?"
"Santa Baby."

O'Rouke' un orada bir bira içerken olanların bir muhasebesini yapmaya çalıştım. İşler karışıktı. Socrates intihar etmişti... ya da öyle olduğunu söylüyorlardı. İsa öldürülmüştü. Nietzsche ise delirmişti. Eğer yukarıda biri varsa bile, kimsenin bunu bilmesini istemiyor gibiydi. Peki Claire Rosensweig neden Vassar konusunda yalan söylüyordu? Descartes haklı olabilirmiydi? Yoksa Kant, Tanrı' nın varlığını ahlaksal anlamda kanıtladığında on ikiden mi vurmuştu?
O akşam, yemeği Claire' le birlikte yedik. On dakikalık bir girizgahtan sonra yatağı boyladık ve artık Batı Felsefesi Tarihi filan umurumda değildi. Tia juana Olimpiyatları'nda jimnastik dalında ödül kazanabilecek her türlü pozisyonu biliyordu. Sonra, yanıma yattı. Saçları yastığın üzerine dağılmıştı. Çıplak vücutlarımız hala birbirlerine dolanıktı. Ben sigara içiyor ve tavana bakıyordum.

"Claire, ya Kierkegard haklıysa?"

"Nasıl yani?"
"Ya Tanrı kavranabilecek değil de yalnızca inanılacak bir varlıksa"
"Bu çok absürd, ama..."
"Bu kadar akılcı olma."
"Kimse akılcı olmuyor, Kayzer." Bir sigara yaktı. "Ontolojik olmayı bırak. Şimdi olmaz. Bu saatten sonra ontolojikliği kaldıramam."

Çok üzgündü. Uzanıp onu öptüm, telefon çaldı. Açtı.


"Sana."


Arayan cinayet masasından Çavuş Reed'di.


"Hala Tanrı' yı arıyormusun?"

"Evet."
"Yaradan, Var Oluş Nedenimiz, Yücelerin Yücesi Rabbimiz mi?"
"Doğru."
"Şu anda morgda bu tanıma tamamiyla uyan biri var. Gelip bir baksan iyi olur."

Gerçekten de oydu. Ve suratına bakılırsa, işi yapan profesyonel biriyiydi.


"Getirdiklerinde ölmüştü."

"Nerede buldunuz onu?"
"Delancey Caddesi'ndeki bir hangarda."
"İpucu filan?"
"Bir varoluşçunun işi. Bundan eminiz."
"Nasıl emin olabilirsiniz ki?"
"Sistemli bir iş olmamış. Ani bir itkiyle yapılmış."
"Yani, bir tutku suçu mu?"
"İyi bildin. Yani, sen de zan altındasın Kayzer."
"Ben mi?"
"Buradaki herkes senin onun sahip olduğu bazı şeylerin peşinde olduğunu biliyor."
"Ama bu, beni katil yapmaz ki!"
"Belki, ama zanlı yapar."

Dışarıya çıktığımda derin bir nefes aldım ve kafamı rahatlatmaya çalıştım. Bir taksi tutup Newark'a, oradan da bir blok yürüyüp Giardino' nun İtalyan Lokantası' na gittim. Orada, siyah bir masada beni bekliyordu. Majesteleri Papa. Yanında iki adam ve çevresinde bir düzine polis vardı.

"Otur" dedi, yediği spagettiden kafasını kaldırarak. Elini uzattı. Otuziki dişimle sırıttım, ama öpmedim. Suratı asıldı ve bu benim hoşuma gitti. Bir puan almıştım.

"Biraz spagetti ister misin?"

"Hayır efendim, siz yiyin."
"Biraz salata."
"Daha yeni yedim."
"Kendin halledersin. Biliyormusun, burada nefis Rofkor peyniri servisi yapıyorlar. Bizim Vatikan' da nerede böyle yemek!"
"Sadede gelelim efendim. Ben Tanrı' yı arıyorum."
"Tam adamına geldin."
"Yani, öyle biri var mı?" Bu lafım herkesin hoşuna gitti ve güldüler. Yandaki adamlardan biri "Ne hoş! Zeki çocuk, Tanrı' nın var olup olmadığını soruyor" dedi.

O anda sandelyemi düzelttim ve nedense deminki adamın küçük ayak parmağı birden sandalyenin ayaklarından birinin altında kalıverdi! "Pardon" dedim; ama adam kıpkırmızı olmuştu bile.


"Tabii ki var Lupowitz ve ben onunla iletişim kurabilecek tek insanım. O yalnızca benimle konuşur."

"Neden yalnızca seninle?"
"Çünkü benim kırmızı cübbem var."
"Şu üstündeki mi?"
"Çek elini. Her sabah kalkar kalkmaz bu kırmızı cübbeyi giyiyorum ve o anda tamam! Patron benim! Sorun giyside. Aslında, kot pantolon ve spor ceket giysem de beni tutuklayamazlardı. Bu, dinen yasak biliyorsun."
"O zaman yalan. Tanrı yok."
"Bilmiyorum. Zaten ne fark eder? Maaş var ya! Üstelik oldukça iyi."
"Hiç kırmızı cübbenizin çamaşırhanede gecikebileceğini ve birden bizim gibi sıradan bir insan olabileceğinizi düşündünüz mü?"
"Tek günlük, hızlı servislerle çalışırım ben. Belki bir kaç sent pahalıya geliyor; ama en azından güvenli."
"Claire Rosensweig adı sizin için bir şey ifade ediyor mu?"
"Tabii. Bryn Mawr' un bilim bölümünde çalışır."
"Bilim mi? ... Sağolun."
"Ne için?"
"Yanıt için efendim." Bir taksi tuttum ve George Washington Köprüsüne doğru yola çıktım. Yolda ofisime uğradım ve bir-iki ayrıntıyı gözden geçirdim. Claire' in evine giderken parçaları kafamda birleştirdim ve ilk kez uydular. Eve vardığımda üzerinde ince bir gecelik vardı ve canı sıkkın görünüyordu.

"Tanrı öldü. Polis buradaydı az önce. Seni arıyordu. Bir varoluşçunun işi olduğunu söylüyorlar."

"Hayır bebek. Sen yaptın."
"Ne? Şakanın sırası değil. Kayzer."
"Sen yaptın" dedim.
"Ne diyorsun sen?"
"Sen bebek. Heather Butkiss değil. Claire Rosensweig de değil... Sen, doktor Ellen Shepherd!" "Adımı nerden biliyorsun?"
"Byrn Mawr' da fizik öğretmeni olduğunu da biliyorum. Orada kürsü elde eden en genç profesörsün sen. Kış ortasında o felsefe meraklısı caz müzisyeniyle tanıştın. Ama evliydi ve bu bile sana engel olamadı. Bir kaç eğlenceli geceden sonra aşık olduğunu düşünmeye başladın. Ama olmadı; aranızda başka bir şey vardı. Tanrı. Görüyorsun bebek, o inanıyordu ya da inanmak istiyordu; ama sen o bilimsel beyninle kanıtlar aradın."
"Hayır Kayzer, yemin ederim..."
"Belli engelleri ortadan kaldırmak için kendine felsefe öğrencisi süsü verdin. Socrates' tan kurtuldun ama bu kez Descartes başına bela oldu. Ondan kurtulmak içinse Spinoza' dan yararlandın. Kant' ın da senden farklı düşündüğünü görünce, onu da ortadan kaldırman gerektiğini düşündün..."
"Ne dediğini bilmiyorsun sen!"
"Leibnitz' i kıyma haline getirdin; ama biri Pascal' a inanacak olursa, işin bitikti. Öyleyse ondan da kurtulmalıydın. İlk hatanı burada yaptın işte: Martin Buber' e güvenmemeliydin. Yumuşaktı o. Tanrı' ya inanıyordu... Senin için yapılacak tek şey kalmıştı: Tanrı' nın kendisinden kurtulmak!"
"Kayzer, sen delisin'"
"Hayır bebek! Ona yaklaşmak için panteist gibi davrandın. Birlikte Shelby' nin partisine gittiniz ve Jason' ın bakmadığı bir anda onu öldürdün!"
"Shelby ve Jason da kim oluyor?!"
"Ne fark eder? Yaşam nasıl olsa absürd değil mi?"
"Kayzer" dedi hafifçe titreyerek. "Bana bunu yapmayacaksın değil mi?"
"Evet bebek; Yaradan nalları diktiğine göre, birinin bu işi üstlenmesi gerek, öyle değil mi?"
"Oh Kayzer, birlikte gidebiliriz. Yalnızca ikimiz. Felsefeye filan da boş veririz... Bir yere yerleşir ve...ne bileyim, belki anlambilimle ilgileniriz."
"Kusura bakma bebek, boşa nefes tüketiyorsun."

Artık salya sümük ağlamaya başlamıştı. Birden elini kaldırıp zaten ince olan geceliğinin omuz askılarından birini indirdi. Bir saniye sonra karşımda "Al beni, seninim" diyen Venüs güzelliğinde bir çıplak kadın vardı. Bu Venüs' ün bir eli benim saçlarımı okşarken, bir elinin de kırk beşlik bir tabancayı sırtıma dayadığını fark ettim son anda. Ona sarılmadan, hazır bekleyen otuz sekizliğimin tetiğini çekmeden önce kendi silahının horozunu kaldıracak kadar zaman tanıdım. Silah düştü elinden. İnanılmaz gözlerle baktı bana.


"Kayzer... nasıl olur?"


Yavaşça gidiyordu artık; ama hızlı davranıp son sözümü söyledim:


"Evrenin kendi varlığı ile çelişki içinde olan karmaşık bir ide olarak belirtilmesi ve gerçek varlığın içinde ya da dışında olması, aslında algısal bir hiçliktir ya da en azından, subjektif başlıkla ilintili olan ya da objektif varlık eksikliğinden doğan ve fizik kurallarına bağlı olan daimi bir varoluşla ilintili olan bir hiçliktir."


Önemli bir sözdü bu; ama galiba ölmeden önce ne demek istediğimi anlamıştı.

20.9.07

today seems like a good day to burn a bridge or two

...Yakışıklı prens gerçekten bir kurbağa ve güzel prensesin nefesi pis kokuyor...
...Mükemmel aşkı yaratmak yerine mükemmel aşığı arayarak boşuna zaman harcıyoruz...

19.9.07

Trapeze without a net

"Tıraş olduğum zaman," diyordu yarı-delinin biri, "Tanrı değilse kim, gırtlağımı kesmeme engel oluyor?" İman, eninde sonunda, korunma güdüsünün bir hüneriymiş. Her tarafta biyoloji...ЖTanrı'nın dahi kurtaramayacağı ruhlar vardır; dizlerinin üzerine de çökse, onlar için dua da etse.ЖBazı ebediyet ve ateş nöbetlerinden sonra, Tanrı olmaya niçin tenezzül etmemiş olduğumuzu kendimize sorarız.ЖKendi mezartaşını yazan bir yerkürede, terbiyeli cesetler gibi davranacak kadar ağırbaşlı olalım.ЖBir hasta bana şöyle diyordu: "Benim acılarımın neye hayrı var? Acılarımdan yararlanabilecek, ya da onlarla böbürlenebilecek bir şair değilim ki."ЖEğer Tanrı'ya inansaydım, kendimi beğenmişliğimin haddi hududu olmazdı: Sokaklarda çırılçıplak dolaşırdım...ЖBöyle bir acı çekme iştahıyla kahrolunduğu zaman -bunun sonunu getirmek için- binlerce hayat gerekirdi; ruhların göçü fikrinin nasıl bir cehennemden çıkmış olabileceği anlaşılıyor.ЖBenim inanmazlıkta daha büyük bir kuvvetim ne diye yok! Tenime başka bir ismi, Hasım'ın ismini yazıp, onun için ışıklı tabela hizmetini ne diye göremiyorum!ЖBir azizden de çok işe yaramaz olmak...

18.9.07

In the time of chimpanzees I was a monkey

Terk edilmiş şato, cinli şato, hortlaklı şato. Halk, canlı ve ateşli hayal gücüyle, bir süre sonra, şatoyu hayaletlerle doldurdu; hortlaklar görülüyor, ruhlar gecenin bir vaktinde şatoya geri dönüyordu.

[beni de böyle yakmışlardı:hayalgücü:cadıydım]

17.9.07

Don’t break my heart, and i won’t break your heart shaped glasses

İkimizi de aşka düşür
Sana tanrısın derim Eros!
Sen tut beni yak, onu gözet
İşte bu tanrılığa sığmaz.

14.9.07

God is busy, may i help you?

Çaçaron çirozlar ve tembel salyangozlar
Sümüklüböcek sevişmeleri ve yeni melodi terennümleri
Nedense hep ateşle birlikte anılan semenderler ve sitoplazma aktiviteleri
Sıkıntı ve bunaltı
Nem ve basınç artışı
Çöplük kraliçeliği ya da kırmızı krallığı
İyi kedi, kötü kedi

13.9.07

Strawberries cherries and an angel's kiss in spring

Mantarları yetişiyor bahçelerinde
Dargınlığın kül kadife mantarları
Çocuk dolusu bir rugan pabuç gibi

İspanyoletleri inik vernik evinin
Panjurları serin serin örtük gölge
İçerde miniksel peri pırıltıları

Kara kargalar anlatıp duruyor işte
Öpülmekten korktuklarını avuçlarının
Ah ne utandıklarını güzelliklerinden

Bil ki en inanmadığım şey saklambaç
En inanmadığım şey İzmir İzmir'de
Sen uzun saçlı uzun gözlü dargın peri

12.9.07

I heard the music of Erich Zann

Kuşkonmaz.
Hem de hayır kelimesini kabul etmeyen cinsinden kuşkonmaz.
Kuş, bir gün konar.
Her şey olur alt/üst.
(just end your turn)
Jokerler gülümser.
Kahkahalar olur sana yorgan ya da duvar.
Sesin kaybolur ya da geri döner, duymazlar.
Düşerken sonra hooop bitiverir kabus.
Biteviye incil namesi.
Kim korkar kırmızı duvarlardan ya da konmaz yeşil kuşlardan?
Konan kuşlar ya saksağan ya da papağan.
Sallan yuvarlan
(düş)/(tutamasınlar)
Yüzünü dökme küçük kız bir tek sen misin perişan?

11.9.07

welcomesandman#20

yolda yürürken 3 çocuk saldırır/ kaçarım/ dar sokaklardan denize inerim/ öldürecekler belki/ kumsalda yarısı denizin içinde yarısı dışarıda bir kayalık mağaranın altından geçip başka bir koya varırım/ kayalıklara inşa edilmiş bir ev/ içeri girince kimse şaşırmaz/ çocuk kaçıran deli adam yaşıyor orada/ ben de kaçırılmış oluyorum böylece/ kaçırdığı çocukları kendi yetiştiriyor/ uygun değilsen öldürüyor/ kaçamıyorum ve duruyorum günlerce/ bir odada 3 yatak/ oda arkadaşım bir kız/ adam ertesi gün bir erkek çocuğu öldürüyor/ bilgisayarın başında oturuyorum/ bir japon çocuk (eski öğrencisi) ve adamın karısı geliyor havuzdan çıkıp/ beni tehdit ediyorlar/ karısı benden nefret ediyor/ adamın fotograflarını çekiyorum/ biblolar var/ kadının bibloları/ kadın bir gece dışarı çıkıyor/ ben uyumaya gidiyorum/ adamı öldürüp kaçabilirim/ planlıyorum/ adam bana bir takım kelimelerin ingilizcelerini soruyor/ ilk kelimem canavar/ bu bir sınav/ cevaplıyorum.

10.9.07

Başını dizime düşür uyu

Beklemek o anı kendini yorgunluktan öldürmekle aynı şey. Rüyalarımda (hayallerimde) yedinci sahneye gelince ölüyorum. Aynadan yansıyan ejderha acıyı içinde buluyor ve ben korkmaya başlıyorum. Kurabiye kadar kırılganım. Odak ve de ( ya da ) ortak noktamız görmemezlikten gelmek mi olmalı? Şaşırtmak istiyorsan (bir perşembe günüydü sanki?) inançlı bir ayna kullanıcısı olmalısın. Kimselere bağırıp çağırmak ya da kahramanım olmanı sağlamak -kılıcım ve tacım nerede?!?!?!- değil ki amacım. Cadılar kafayı önce vişnelere taktılar sonra sürüngen kuyruklarına. Gerçekse öpmek eyleminde yatıyor. Kahvaltıdan sonra uyumalı bence. O vakte kadar hiç uyumamış olunmalı. Işıkları söndür(meden) yataklara koşalım. Denizlerdeki balıkları kurtaralım boğulmadan, süpürgelerle kovalanalım, yorganları yakalım. Şaşırtan limon ağaçları bize ne hatırlatmalı? Su altında çorap giymek neyse işte şimdi biz oyuz. Saçlarımdan başladım ölmeye, yavaş yavaş gidiyorum. Tek umudum yolda bir hamak bulmak ya da her şeyi bir odaya taşımak. Kokumu beğenmiş olmalısın. Talih benim için bir gece dönecek.

7.9.07

kırmızı balık dinle! sakın yemi yeme!

…”Onu da yarın akşam anlatırım” dedi Balık Nine “uyku saati geldi, iyi geceler.”

On iki bin küçük balık iyi geceler dileyerek yatmaya gittiler.

On bir bin dokuz yüz doksan dokuz küçük balık iyi geceler diledikten sonra yuvalarına gidip uzandılar, hemen de uykuya daldılar. Balık Nine de uyudu.

Ama küçük bir kırmızı balığın gözüne uyku girmedi. Bütün gece boyunca hep denizleri düşündü, düşündü…

6.9.07

this world's essentially an absurd place to be living in

Neden hep Bayan Chantal'ın düşüncelerinin dört köşe olduğunu düşünmüşümdür? Orasını bilemem. Fakat onun her dediği kafamda bu biçimi alır. Bir kare, karşılıklı dört köşesiyle kocaman bir kare. Düşünceleri bana hep yuvarlak ve çember gibi tekerlenir gelen başka insanlar da vardır. Herhangi bir şey üzerinde bir tümceye başladılar mı on, yirmi, elli yuvarlak düşünce çıkar, gider, yuvarlanır ve gözümün önünde, irili ufaklı, birbirinin arkasından, ta ufukta bir noktaya kadar koşar. Bir takım insanların da sivri düşünceleri olur. Neyse, bunların pek önemi yok.

5.9.07

Lorem Ipsum

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetuer adipiscing elit. Nunc ultricies, libero sit amet accumsan consectetuer, diam dolor porttitor nunc, eu congue tortor lectus vitae enim. Mauris ornare felis vitae nulla. Nam sit amet justo pretium odio varius gravida. Curabitur a nunc at ligula bibendum vestibulum. Pellentesque tincidunt. Nam turpis. Etiam ut nibh sed est eleifend convallis. Etiam a quam. Proin sollicitudin. Class aptent taciti sociosqu ad litora torquent per conubia nostra, per inceptos hymenaeos. Etiam lorem.

Nullam sit amet nulla et pede elementum ultricies. Lorem ipsum dolor sit amet, consectetuer adipiscing elit. Donec mattis. Suspendisse potenti. Sed magna turpis, facilisis ac, vestibulum a, sollicitudin vitae, turpis. Nam sed tortor. Vivamus vehicula, tortor eu tincidunt adipiscing, quam lorem gravida orci, ac egestas ante enim nec risus. Quisque ac metus. Vestibulum vulputate nibh vitae risus. Donec neque est, scelerisque non, malesuada vel, convallis malesuada, nisi. Cras venenatis sem at est. Sed interdum convallis nunc. Ut elit.

Lorem ipsum dolor sit amet, consectetuer adipiscing elit. Aliquam tincidunt, elit sit amet consequat vehicula, sem metus eleifend elit, at bibendum mauris nibh sodales augue. Fusce suscipit fringilla enim. Morbi nisi pede, vestibulum ut, laoreet faucibus, ultrices vitae, lorem. Sed nisi eros, imperdiet sed, commodo a, bibendum in, nisi. Proin accumsan nibh non mi. Class aptent taciti sociosqu ad litora torquent per conubia nostra, per inceptos hymenaeos. Fusce aliquet, nulla scelerisque rutrum commodo, ligula magna viverra nisi, ut aliquet orci nisl non urna. Pellentesque habitant morbi tristique senectus et netus et malesuada fames ac turpis egestas. In egestas, turpis vel porttitor fringilla, lorem dolor faucibus sapien, et elementum nunc mi eget ligula. Aliquam ullamcorper elementum dui. Morbi at mi. Ut vel leo id massa viverra faucibus. Etiam elit pede, ultrices aliquet, bibendum et, ultrices eget, turpis. Pellentesque tellus. Aenean suscipit tortor et odio. Cras nec tellus nec ante iaculis bibendum. Maecenas sodales commodo sem. Morbi at mi vel neque sagittis tempor.

: uyku'ya teşekkürler :

http://www.lipsum.com