8.8.17

Wasting precious time, again.

... Onun yanına gider gitmez ondan başka şeyler de düşünmeye başlayabiliyorum. Yolculuğumuzun ilk günüden itibaren tam da bu ülkenin kendi geçmişim hakkında daha çok şey öğrendiğim yer oluşu zihnimde uğulduyor. Bu bana hem heyecan verici, hem de tuhaf geliyor. Çok kısa bir süre önce dünyaya kişilik oluşumu gibi bir konudan söz eden bir kitap gönderdim ve bu ülkede aynı konuyla ilgili çok farklı şeyler ortaya çıkıyor. Ischa'ya aklımdan geçenleri ne kadar anlatsam yetmiyor; kendimi Amerika'ya Yunanistan gibi bir ülkeden daha yakın hissettiğimi fark etmek bazen çok değişik geliyor, oysa yüksek eğitimimi bütün zamanların en ünlü Yunanlısına adamıştım ve Yunanistan'da bu ülkede ne yapabileceğimi bilmediğim için sıkılmıştım ve kızmıştım da, çünkü diğerleri, görünüşe bakılırsa, neyi ardındakini gördülerse Akropolis'in altında kültürümüzün kökenlerini hissediyor gibiydiler.

Her düşünce sürecinin başında olduğu gibi Amerika'da da başlangıçta sözcükler, daha doğrusu sözcük öbekleri ve sonunda neyi kavrayacağımı henüz bilmesem de bunun olgu ve kurguyla, gerçek ve görüntüyle, sıradanlık ve yücelikle ilgili olduğunu biliyorum. Bu sözcükler çok kapsayıcı ve bunlar bulabildiğim en çıplak sözcükler. Bu büyük sözcüklerin yardımıyla bir şeyleri küçük ölçüde anlamaya çalışıyorum. Gözlerimin önünde cereyan eden ve beni büyüleyen şeyleri, onunla ilgili şeyleri, beni meşgul eden şeyleri. Düşünmek hiçbir zaman kişiselliğin dışında değildir. Ne kadar soyut olsa da her zaman kişisel bir sorunu çözmek adına başlar. 

Ischa'ya Kaliforniya'da üç gün kaldıktan sonra, kendi geçmişimle ve birlikte büyüdüğüm insanların geçmişiyle ilgili olarak Avrupa'da on sekiz yaşımdan beri yaptığım yaklaşık yirmi yolculuk boyunca gördüğüm yerlerden fazlasını gördüğümü söylüyorum. Hatta üç gün öncesine kadar, yolculuklar yapmama gerek olmadığını, çünkü dört duvarımın arasında kalarak, başka ülkeleri gezip de kendi kendime durmadan nasıl olup da görecek hiçbir şey bulamadığımı, başkalarının ruh hallerini açıkça etkileyen ve kendi görüşlerinin, duyumlarının ve daha birçok şeyin kökenlerine dair insanı kıskandıracak bilgilere boğan o kiliselerden, katedrallerden, ören yerlerinden hiç etkilenmediğimi sorup durduğum yolculuklardakinden daha fazla şey öğreneceğimi düşünüyorum.

"Ve ben kesinlikle, ama kesinlikle hiçbir şey göremiyordum," diye zavallı Ischa'ya biraz da abartılı olarak yakınıyorum, "Bütün o zavallı revakların, taş levhalar üzerindeki kabartmaların önünden ellerim arkamda, gözlerim yere çevrili, zihnimde hiçbir düşünce uyanmadan, gerçekten de hiçbir tahayyül, hiçbir izlenim oluşmadan yürüdüm. Düşüneceğim bir şey olmadığında sıkılıyorum."

"Benim yanımdayken sıkılıyor musun?"

"Bir an bile sıkılmıyorum." 

Kent merkezinde yaptığımız gezinti sırasında Union Square yakınlarında bir sokak kafesinde bir süre dinleniyoruz. Ischa, bütün bunların neyle ilgili olabileceği hakkında bir varsayımda bulunup bulunamayacağını soruyor. 

Elbette. Seve seve.

"Bu yaşamla ilintili bir şey," diyor tok bir sesle... Derin kanaat halinde... "Kendi kendimi övmek istemiyorum, ama bana kalırsa sen benimle birlikte yeniden yaşamaya başladın, şimdi hayattan daha az korkuyorsun."

Bu bana o kadar doğru geliyor ki ürküyorum.

Hatta daha fazlası.

...

Benim kadar yaşama önem veren birinin nasıl olup da kendisini bu kadar hapsettiğine ve yaşama sanatından bu kadar az yararlandığına hayret ettiğini söylüyor. Bazen beni karanlık bir bodrumda bulmuş, küflü bir patates yığının altından çekip dışarıya, aydınlığa çıkarmış gibi hissettiğini söylüyor. Güya kendime eğlenmeyi yasaklamışım da, birisinin bana yaşamın tadını çıkartmam için izin vermesi gerekiyormuş gibi -öyle ki o birisinin kendisi olduğunu düşünüyor. Kendisinin ve Amerika'nın benim için aynı anlama geldiğini söylüyor, yani eğlence, yaşam, kendi yaşadığım zamanla bağlantıya geçiremediğim ölü, geçmiş zamanın aksine şimdiki zaman. Şimdi nihayet home diyebileceğimi söylüyor.

"Ama ben çok şey yaşadım," diye zayıf bir şekilde karşı çıkıyorum.

"Face it, Conny!" diyor.

Bu doğru.

Korkunç derecede doğru.




15.2.17

(shrugs, exhausted)

- You were merely wishing for an end of pain. Your own pain. It is the most human wish there is.

- I didn’t mean it.

- You did, but you also did not.

(Conor looks up at the big face in front of him.)

- How can both be true?

- How can a prince be a murderer and a saviour? How can an apothecary be evil-tempered but right-thinking? How can invisible men make themselves more lonely by being seen?

(shrugs, exhausted)

- I don’t know. Your stories never made any sense to me.

- Because humans are complicated beasts. You believe comforting lies while knowing full well the painful truths that make those lies necessary. It is a wonder you can survive at all.

(Conor isn’t sure he buys this, as much as he might want to.)

In the end, Conor, it is not important what you think, it is only important what you do.

(Long beat as Conor considers this.)

- So what do I do?

- What you did just now. You speak the truth.

- That’s all?

- You think it’s easy? You were willing to die rather than speak it.

- Because what I thought was so wrong

- It was not wrong. It was only a thought. One among millions.

(Conor takes a long breath, he’s exhausted. In fact, he’s fighting to keep his eyes open.)

- I’m so tired. So tired of all of this.

- Then sleep. There’s time.