25.10.07
Tanrılar kurban istiyor!
Her locks were yellow as gold :
Her skin was as white as leprosy,
The Night-mare LIFE-IN-DEATH was she,
Who thicks man's blood with cold.
23.10.07
I'll grow back like a Starfish
-Neden sustun?
-Şu sivrisineği öldürsene..
Ergenlik sivilcesi için hazırlanan solüsyonların dibindeki tortular gibiyiz. Düğme büyüklüğünde kırmızı bir mum damlasının üzerine mührünü basarak yollamıştı mektubu. İlk mektubuydu. Atlıkarıncaya binmiş gibi sevinmiştim. Mıknatıslarla süngerleri karşılaştırıyormuşum meğer. Kirpiler hep yollarda ezilirler...
Güneş açmışmış o gün öyle söylediler. Gümüş saçlarımı topuz yapmıştım. Alt kattaki kahveden tavla sesleri geliyordu. Bence yağmur yağıyor olmalıydı. Kararlaştırılmış kararlara uyma zorunluluğu sonrası sıkıntı; “sabırlı ol” demişler, anlamamışım, onun yerine pençelerimi çıkardım. Kral ve kraliçe koskoca sarayda sıkıntıdan patlıyor olmalı.
Mürekkebe batırdım kalemi, basit bir not yazdım parlak cisimlere olan hayranlığımla ilgili. Ama her şarkı her aletle çalınmaz ki, ben kontrabas ile çalmaya çalışmışım, anlatanların yalancısıyım.
İşte sirklerde öğretilen yanlış bilgiler... Büyülü çadırda saçlarıma da parfüm sürmeyi öğrenmiştim. Sonra zürafalar vardı, masada oturup bizimle yemek yerlerdi. Kirpiklerini çok severdim. Parlayan ıslak yollardan geçtikten sonra merdivenle çıkılırdı çadır alanına. Şüphesiz arkada duran karavanlardan biri ameliyathaneydi, o cüceyi ve o deveyi orada yapmışlardı. Çaydanlıktan yansıyan beyaz ışık güçlü ve saatte 90 km hızla giden bir sivrisineği bile kör edebilir. Birbirimize aşinalığımız mükemmel –sivrisinekle ben-, bu ne saygısız rüya!? Kargalar balonları patlattı, neşterler gece ava çıktı... Mahvoldum, bu zavallı bir de-ja-vu. Kaybetmekten korkan yüzde yüz deli gibiyim. Sanatoryumlar korusun bizi. Amin.
22.10.07
i really love your pride
Cetvelle ölçtüm tanrılardan pokerde kazandığım bedava üzüntü miktarını, 13 cm çıktı. O gün başıma geçen ışık miktarını da terazilerle ölçebilirdik: yıldırım üstüne yıldırım.
19.10.07
bok değil kaka
Bilakis durumdan muzdarip olmakla beraber umutsuz değilim. Bu salaklık nereden geliyor? Heveslene heveslene kemik sandığı şeye uzaktan dili dışarda koşan bir köpeğin en sonunda kokusuz, tatsız bir plastik parçası ile başbaşa kalması gibi kalakalıyorum. Yok yok bu tanrı da insaf yok.
16.10.07
tetradox
İnsan ırkının dünya üzerinde varolması: Küçük bir çocukken “Ekvatorda yaşayanlar neden düşmüyorlar?” diye merak ederdim. Sonra küçük prensi okudum. Sonra çizilen tüm istatiksel grafiklerde fil yutmuş boğa yılanı gördüm... İyi pillerle çalışan bir saat hiç susmaz. Hedefsiz dart tahtası düşsün kafana! Uçağın çizdiği kavis acaba gökyüzünde bir iz bırakmış mıdır? Kesinlikle bırakmıştır ya da kim bilir? Gözlerini açmadan bunu sorman mantıksız. Nazikçe aç şimdi gözlerini... Eyvah! Bir ordu gibi geliyorlar... En iyisi ölü taklidi yapmak... Sivrisinekler... Biraz oyun oynayalım...
Pagan pagan pagan- Silah sesleri- Evet sayın seyirciler, büyük bir patlama oldu. Radyo çalmaya başladı–Derbeder oldummm...- Kazanan piyango biletlerinin numaralarını açıklıyorlar. Benim bir biletim yok ama olsaydı 33’lü bir sayı olmasını isterdim. 9568433. Neden sırıtıyorsun şimdi? Sinir şey... Hay aksi şeytan... Aklıma bir şiir geldi.. Kelebekler ve ölen bir kadınla ilgili... Kendimi şikayet edeceğim. Uyan!
Uyandım... Önce yerdeki iğneleri toplamam lazım... Yanardağ patlamış... Zirveden aşağıya kırmızı toplar yuvarlanıyormuş.
“drink whiskey at the airport bar”
Kırmızı parendeler atarak hiçbir şeye bulaşmadan devam ediyorum.
Endoplazmik retikulumlar oynaşıyor.
Tahtada yazan siyah harfler polisiye bir dizi başlangıcında olmadığımı onaylıyor.
“drink whiskey at the airport bar”
Artık ne sinirinden düşen vişneler ne balıkçılara şapka çıkaran balıklar var.
Atellenmiş kollarım hala kırık ya da yanlış kaynamış -at ellenmiş diye düzeltiyor beni sağ olsun.
Tramplenler öksüz kaldı.
Yolda yürüyorduk/yanımda bir grup vardı/bodrum sokaklarındaydık ve her yer bomboştu/bazı camlar kırık evler ise terk edilmişti/sığınacak bir ev arıyorduk/yolun karşısındaki eve baktığımda büyük bir çiçek merdivenlerdeydi/koyu bir turkuvaz duvar vardı/ona değil de tam karşısındaki eve girdik/ev boş gibiydi/yukarı çıktığımızda arka balkondan havuzu gördüm/pervazlar ahşaptı/kızın yatak odasında duvarlarda raflar ortada ise kocaman beyaz bir yatak vardı/kız yatağın üzerinde oturur pozisyonda/saçları -koyu dalgalı uzun- yüzünü kapatıyordu/yatak kocaman bir pencereye bakıyordu/babası ve uşak geldi sonra/ben ve onlar yatağın etrafına dağılmıştık/pencerenin önündeydim/baba uşağa "getir" dedi/uşak beyaz bir bez içinde ikiye katlanmış ve derisi yüzülmüş bir keçi getirdi/gözleri açıktı ve lacivertti/sonra gökyüzüne baktım/abartılı bir kuş sürüsü pencereye doğru geliyordu/ben martı zannediyordum/onlar beyaz siyah ve griydiler/gökyüzü ise maviydi/ama şimdi düşünüyorum da onlar kargaydı/pencerenin önünde karşı duvardaki raflara yöneldim/niyetim fotograf makinasını almaktı/kuşlar kaçıştı/bana kızdılar/"yine gelirler" dedim "keçi burada"/bulamadım makineyi/yanlış köşedeki raflara bakıyormuşum/yine geldiler/yediler/kalanları aynı renkte fare sürüleri bitirdi.
Uyandım.
Yüksek galaksiler konseyi toplanmıştı/ben "öğle yemeği yenmeli" diyordum/"sen ne yersen o olsun" dediler "öğle yemeği dediğin her neyse"/ama bu uzunca bir ikna toplantısından sonraydı.
Ve karpuzla uyandım.
Kollarımı açmış yatıyordum/hastane/"kan acaba akıyor mu?" dediler/iki kolumda da serum iğnesi vardı/bir hortumla ikisini birleştirdi/sağ kolumdan çıkan kan sol tarafa aktı/"evet varmış dolaşım" dedi doktor.
ya da diyemeden uyandım
Voodo voodoo bebeğim annen sana terlik pabuç alacak.
Kalk voodoo bebeği annen sana terlik pabuç alacak.
13.10.07
And the sky was made of amethyst
Birden kalabalığın ve önündeki binanın derinliği ve renkleriyle netlikleri büyük ölçüde kayboldu. Karşısındaki görüntünün sadece sarı ve kahverengi tonlarıyla yapılmış izlenimci bir tablosuna bakıyordu adeta. Ve içinden, birisi ses düğmesini kapatmış, diye geçiriyordu.
Hem görüntü hem ses tamamen kaybolup da, desteksiz kalarak darağacının altında açılan kapaktan aşağı düşen biri gibi bilinçsizlik uçurumuna düşmeden hemen önce bir an, ölmek böyle bir şey mi, diye düşündü.
Doyle arada bir sıçrayarak, ama sol bacağında yeni, gıcırdayan bir eklem oluştuğu için daha çok yarı ezilmiş bir hamamböceği gibi tek ayağı ve iki eli üzerinde sürünerek, yağmurdan kayganlaşmış asfaltın üzeride öğüre öğüre hızla nefes nefese ilerliyor, üstüne gelen arabaların lastiklerini çığlık çığlığa bağırtarak fren yapmasıyla yola doğru eğilen ön tamponlarını görmüyordu.
Mıcırlı bankette, dikkatsizce savrulmuş bir eşya gibi gelişigüzel bir şekilde iki büklüm yatan bedeni görebiliyordu ve iyi olup olmadığına bakmak için kendi kendine işkence ederek zorlamasına rağmen, biliyordu ki iyi olmayacaktı. Bu olayı gerçek yaşamda bir kez, rüyalarda ise defalarca yaşamıştı; aklı endişe, korku ve umutla yanıyordu, ama bir yandan da ne bulacağını biliyordu.
Ama bu defa farklıydı. Hatırladığı asfalta ve otoban direğine saçılmış kan, kemik ve parlak renkli kask parçaları karışımının yerine kafası hala bütündü ve omuzlarının üzerindeydi. ama yüzü Becky'nin yüzü değildi- dilenci çocuk Jacky'nin yüzüydü.
Şaşkınlıkla olduğu yere çöküverdi; sonra aslıda bankette olmadığını fark edince her nedense şaşırmadı. Camsız pencerelerinde kirli perdeler uçuşan dar bir odadaydı. Pencere durmadan şekil değiştiriyordu; kimi zaman yuvarlak oluyor, mimari büzücü bir kas gibi daralıp genişleyerek bazen bir dikiz deliği, bazen de Chartes Katedrali'ndeki gül pencere gibi oluyor, kimi zaman da dörtgen denilebilecek tüm şekillere giriyordu. Zemin de keyfine göre hareket ediyordu; bir an öyle yükseliyordu ki, Doyle tavana çarpmamak için eğilmek zorunda kalıyordu, bir an ise cansız bir trambolin gibi sarkıp onu bir çukurda bırakıyor, o da başını kaldırıp göbek dansı yapan pencereyi izliyordu. Eğlenceli bir oda olduğuna şüphe yoktu.
Ağzı hissizdi ve taktığı iki ameliyat maskesi yüzünden Doyle'un yalnızca parlak gözlerini görebildiği dişçi ona dokunmamasını söylemiş olmasına rağmen, Doyle kürklü bir eldiven giymiş olduğu elini belli etmeden dudaklarına götürdü ve altın rengi kürkün üzerinde parlak kan lekelerini görünce korkuya kapıldı. Dişçiye bak, diye geçirdi içinden ve kendini zorlayarak bu görüntüden çıkıp küçük odaya dönmesine rağmen, kürklü eldivenler hala ellerindeydi ve ağzından hala hızla kan damlıyordu. Yine bir mide krampına dayanarak öne eğilince, kan birinin yerde bıraktığı tabak, çatal ve kaşığın üzerine sıçradı.
Birinin bulaşıklarını ortada bırakmış olmasına çok kızdı, ama sonra bunların kendi akşam yemeğinden kaldığını hatırladı. Uyuşukluğa ve kanamaya bu mu neden olmuştu? İçinde kırık camlar mı vardı? Çatalı aldı ve keskin pıhtılara karşı korkuyla gözlerini dört açarak, tabakta kalan yemek artıklarını karıştırdı. Bir süre sonra içinde cam olmadığına karar verdi.
Peki ama bu yemek neydi? Kokusu soteyi andırıyordu, ama kiviye benzeyen, daha küçük, sert ve daha tüylü bir şeyden ve yapraklardan yapılmış soğuk türlüydü. Aklı tüylü ve türlü kelimelerinin kafiyesine takıldı. İki kelimenin bariz bağlantısı bir elektirikli süpürgenin emiş borusunda sağa sola çarpan madeni para gibi dikkatini çekiyor, başka bir şey düşünmesine engel oluyordu. Sonunda kurtuldu ve tuhaf meyveyi tanıyınca bir an ürpererek aklının berraklaştığını hissetti. Bunları daha önce Hawaii'deki Nuuanu Bahçelerinde, uzun bir ağaçta görmüştü ve ağacın bilimsel adını hala hatırlıyordu. Strychnos Nux Vomica, en zengin ham striknin kaynağı.
Striknin yemişti.
Su berbat kokuyor, birkaç günlük balık leşleri ve çürümüş yosunlarla dolu bir akıntıyı andırıyordu, ama kaldırım rengarenk mayolar giymiş neşeli insanlarla doluydu. Doyle, Yo-Ho büfesinin önünde kuyruk olmadığını görünce sevindi. Sendeleyerek dar pencereye yaklaştı ve adamın dikkatini çekmek için elindeki çeyrekliği tahta tezgaha vurdu. Adam arkasını döndü ve Doyle karşısında önlüğü ve kağıttan beyaz şapkasıyla J. Cochan Darrow'u görünce şaşırdı. Üzüntüyle, sonunda iflas etti, diye düşündü ve artık kahrolası bir muz tezgahı işletmek zorunda. Doyle, "Bana bir-" diye başladı.
Darrow, " Bugün sadece aktif hale gelmiş kömürlü shake'imiz var,"diye araya girdi. Başını dikti. "Sana söylemiştim Doyle."
"Doğru ya. Öyleyse onlardan bir tane alayım."
"Kendin yapmak zorundasın. Benim bir gemiye yetişmem gerek -on dakika sonra batacak." Darrow pencereden dışarı uzandı, Doyle'un yakasına yapıştı ve kuvvetle asılarak, omuzları kenarlara sıkışana dek pencereden içeri çekti.
İçeride ışık yoktu. Bir kül bulutu yükseldi ve Doyle'u öksürttü. Kendini kurtarıp yere indi ve kendini odanın küçük şöminesine kafa üstü inmiş bir halde buldu. Tanrım, diye düşündü, bir o tarafta, bir bu tarafta halüsinasyon görüyorum. Striknin hezeyana yol açar mı? Yoksa iki zehir birden yemeyi mi becerdim?
Yine de Darrow haklıydı, diye düşündü. Bana gereken şey kömür, güçlü bir doz -ve çabuk. Bir defasında bir adamın ölümcül dozun on katı miktarda striknin yediğini ve ardından kömür tozu aldığını ve hiçbir rahatsızlık duymadığını okumuştum. Neydi adı? Touery, işte o. Peki ben nereden bulacağım? Oda servisini ara ve şu kömür filtreli sigaralardan on beş karton getirmesini söyle.
Dur biraz, diye düşündü. Burada gözümün önünde büyük miktarda var zaten. Şömünedeki şu yanmış odun parçaları. Aktif hale gelmemiş olabilir ama yine de içinde milyarlarca mikroskobik göznek vardır, seni daha iyi emebilmek için, sevgili strikninim.
Hemen bir kap ve Mısır ya da başka bir yerin tanrısına ait köpek başlı küçük, bir heykel buldu, bunları havan ve havaneli gibi kullanarak, siyah, yanık ve gevrek odun parçalarını ezip toz haline getirmeye başladı. Bunu yaparken, ellerinde ve dirsekten aşağısında parlak sarı tüylerden bir kürk oluştuğunu fark etti ve gerginlikle bunu halüsinasyonlara bağladı.
Durumun bir başka açıklaması, aklının bir köşesinde sabırla sırasını bekliyordu.
Bu arada ağzından sürekli kan damlıyor, damlalar sık sık taneli siyah toz yığınına düşüyorlardı, ama giderek azalıyordu ve düşüneceği daha önemli şeyler vardı. Taneli siyah maddeyi tüylü parmaklarının arasında gezdirirken, peki bunu nasıl yiyeceğim, diye düşünüyordu.
Önce küçük, hap kadar olan kömür parçalarını yutmakla başladı. Sonra bir köşede duran leğendeki suyu kullanarak siyah tozdan küçük toplar yaptı ve bunlardan düzinelerce yutmayı başardı.
Biraz suyla karıştırınca kolayca şekil verilebililiyordu ve bir süre sonra siyah parçaları yemeyi bırakıp, sıkıştırarak küçük bir insan figürü yapmaya koyuldu. Becerisi karşısında şaşırdı ve ilk fırsatta biraz heykel kili almaya ve bir heykeltıraş olarak yeni bir hayata başlamaya karar verdi. Kol ve bacak parçalarını gövdeye tutturmadan önce parmaklarının arasında sadece birkaç saniye yuvarlamıştı, ama şimdi baldır ve pazuların dolgunluğunu, diz ve dirsek açılarının kusursuzluğunu görüyordu ve başının ön kısmına çabucak yaptığı birkaç tırnak izi de, her nasılsa Michelangelo'nun Sistine Şapeli'nin tavanındaki Adem'ini andıran bir yüz ortaya çıkarmıştı. Bu küçük heykeli saklamaı gerekecekti -günün birinde Louvre'da ya da başka bir yerde gururla sergilenecekti: Doyle'un ilk eseri.
Ama bu yüzün Adem'e benzediğini nereden çıkarmıştı? Yaşlı, korkunç derecede yaşlı bir adamın yüzüydü. Kol ve bacakları da yağmurun arkasından güneşin açtığı bir günde yolda bulduğunuz büzülmüş solucanları andıran kurumuş, çarpık birer karikatürdü. Dehşet içinde heykeli kırmak üzereydi ki, heykel gözlerini açtı ve ağzını yayarak gülümsedi. Yüksek sesli, çatlak bir fısıltıyla, "Ah, Doyle!" dedi. "Konuşacak çok şeyimiz var!"
Doyle bir çığlık attı ve geri geri sürünerek neşeli şeyden uzaklaştı- zemin yükselip alçalma numaralarına yeniden başladığı için bu pek kolay değildi. Bir yerlerden ağır, dişlerini zangırtadan bir davul sesi geldiğini duydu ve duvarlarda dev asit damlaları oluşup yüzeyi eriterek aşağıya inmeye başladıklarında, çok geç de olsa tüm evrenin canlı bir organizma olduğunu ve kendisini sindirmek üzere olduğunu anladı.
Uyandığında yerdeydi...
9.10.07
happy people have no stories
asla başkasına bahsetmeyeceksin - balıkla boğanın birbirini bellemesi ancak böyle belleklere, anlıklara aşılanır, bağ bağlar.
7.10.07
welcome sandman#21
*Gittikçe eskici oluyoruz Olric. Ne yapalım efendimiz yeniliklere yetişemiyoruz. Doğru. Nefes nefese kalıyoruz. Erkeklik bizde kalsın. Olup bitenleri de izlemiyoruz. Eskiye bağlılığımız bir şey bildiğimizden değil. Eskisi bundan kötü olamaz ya, diyoruz. Tam da bilmiyoruz yeniyi. Onlar utansınlar Olric. Biz yine işin kolayına kaçalım. İşimiz pek de kolay değil efendimiz. Kimseyi kandıramadıktan sonra neye yarar Olric? Daha denemedik efendimiz.*