8.6.10

Plateau de Millevaches

aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

iyi nişan alırdı kendini asan zenci,
bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
-çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

2.6.10

am i here?

... I had a dream last night, and in my dream, you needed a leg, and everyone in the world was trying to give you their leg, but I really wanted you to have mine. And in my dream, you picked my leg, and it made me so happy. And it was the best dream in the history of dreams...

19.4.10

Frabjous

akşamözdü, yavışkan burguleler
döndeleyip cermelerken günsatba
uyudüşmüş kalmışlardı karpüsler
yemizler derseniz ak-ök begirba.

ejdercenkten sakınasın ey oğul,
keskindir dişleri, pençesi yaman.
cub cub kuşu görürsen işin duman
hele gaddar yakvakvaktan kaç kurtul!

aldı gümüş kılıcını eline
uzun süre korularda dolaştı.
dinlendi altında tumtum dalının
herkesten çok buna kendisi şaştı.

böyle üzgün süzgün düşünedursun
alev saçan gözleriyle ejdercenk
çıkageldi neşil norman içinden
gark diyerek atladı binbir hendenk.

sağsol, solsağ, fışt pışt, şak şuk, bir iki
gümüş kılıç biçti, kesti, doğradı
gebertti düşmanı, sonra bizimki
beş nala nayrıldı neşil normandan.

ejdercenki öldürdün ha, ey oğul?
alnından öpeyim sevgili dumrul!
ey kutlu gün, şaşa maşa, çok yaşa!
ben gideyim, geçtin artık sen başa.

akşamözdü, yavışkan burguleler
döndeleyip cermelerken günsatba
uyudüşmüş kalmışlardı karpüsler
yemizler derseniz ak-ök begirba

19.3.10

Greed

I've seen it all, I have seen the trees,
(I've seen the willow leaves dancing in the breeze)
I've seen a man killed by his best friend,
And lives that were over before they were spent.

I've seen what I was - I know what I'll be
I've seen it all - there is no more to see

You haven't seen elephants, kings or Peru!
(I'm happy to say I had better to do)
What about China? Have you seen the Great Wall?
(All walls are great, if the roof doesn't fall)

And the man you will marry?
The home you will share?
(To be honest, I really don't care...)

You've never been to Niagara Falls?
(I have seen water, its water, that's all...)
The Eiffel Tower, the Empire State?
(My pulse was as high on my very first date)
Your grandson's hand as he plays with your hair?
(To be honest, I really don't care...)

I've seen it all, I've seen the dark
I've seen the brightness in one little spark.
I've seen what I chose and I've seen what I need,
And that is enough, to want more would be greed.
I've seen what I was and I know what I'll be
I've seen it all - there is no more to see

You've seen it all and all you have seen
You can always review on your own little screen
The light and the dark, the big and the small
Just keep in mind - you need no more at all
You've seen what you were and know what you'll be
You've seen it all - there is no more to see

3.3.10

Well the pleasure, the privilege is mine

Take me out tonight
Take me anywhere, I don't care
I don't care, I don't care
And in the darkened underpass
I thought Oh God, my chance has come at last
But then a strange fear gripped me
And I just couldn't ask

There is a light that never goes out

25.2.10

Ground Control to Major Tom

Çin yemeği yiyen Japonlar! Görülmüş şey değil! Havadaki fıstık yeşili ve öfkeli renk insanlığın tüm değerlerini oraya yerleştiği günden beri sistematik bir biçimde alaşağı etti. 8. Dünya Savaşı'ndan beri bu böyle. Gökyüzü artık fıstık yeşili. Evrimleşmeye bıraktığımız yerden devam etmek zorunda kaldık. Bunları düşünürken "Çay koy!" diye bağırdı. Düşüncelere dalmadan önce kaplanlarla ilgili izleye durduğum belgeselden kafamı kaldırırken elimde olmadan bıyıklar hakkında düşünüyordum. Bundan 2 sene önce, savaş daha bitmemişti, tramvaya bindiğimde oturması için yer verdiğim Kont L. teşekkür olarak bana kısa bir geleceği görme seansı önermişti. Elbette demek için ağzımı açıp, göz kapaklarımı birbirlerine değdirdiğim an kendimi çocukken okuduğum bir kitaptaki perili köşkte bulmuştum. Tüm odayı kaplayan yemek masasının üzerine yıkanmayı bekleyen kahve fincanları, şöminede ise boş bira kutuları yığılmıştı. Toz pembe perdelerin köşkün adını zedelediğini düşünmeden edemediğimi hatırlıyorum. Köşk perdesi dediğin ya kırmız ya siyah, bilemedin lacivert olur. Üst kata çıktığımda binlerce beyaz, ince, uzun kurdun küveti doldurduğu banyonun önünden geçmek zorunda kalmıştım. Hindistan'dan buraya bunun için gelmiş olamazdım. Bu sürreal geleceği görme seansında karşıma çıkan semboller, dünya haritası üzerine yerleştirilmiş "dünya" etiketinden de manasız geliyordu o zamanlar. Elimdeki dondurma erimemiş olsaydı elimde bir dondurma olduğunun farkına bile varamayabilirdim. Vişne rengi buzdan dondurma erirken ellerimi yapış yapış yapmak zorunda kalmıştı. Neon ışıklarla içine girmem gerektiği itinayla belli edilen odaya doğru ilerlemiştim. Yürürken şans eseri ayaklarıma baktığımda ayaklarımın olması gereken yerde gördüğüm toynaklar! Aklım başımdan gitmişti. Korkuyla gözlerimi açmıştım. Kont'a odaya giremediğimi söylemeliydim. Seasın en önemli yerinde uyanmıştım ve tabiki Kont'tan eser yoktu. Eve vardığımda platform topuklu çizmelerimden kurtulup, bir an önce kekik kokulu battaniyemin altına girmekten başka bir şey düşünemiyordum. Şimdi burnuma gelen o kekik kokusu betonarme yapılar arasında şıkışmış, yeşilden uzak kutu evimden beni alıp deniz minaresinden yaptığım eski evime götürdü. O seansta gördüğüm herşey gerçek olmuştu. O zaman inanmamakla ve unutmakla ne kadar büyük aptallık etmişim. Elma yemenin bile yasaklandığı bu günlerde çocukken izlediğim ağlak filmlerdeki figüranlardan da beter hissediyorum kendimi. Gözyaşlarım üzüm tanesi büyüklüğünde ağlıyorum artık ağladığımda, başım da ağrımıyor. Ailemin mumyalanmış cesetleri duvardaki kovuklarında yeniden dirilecekleri günü bekliyor sabırla. Otomatik pilottan başka seçeneği olmayan insanlığın yaşamında traktör sürülen günlerdeki acılardan eser yok şimdi. Mavi gökyüzü altında yapılan modern sanatın acıdan beslenen damarı "çıngıraklı fare" oyunundaki gibi kesildi. Bal ve kavanoz birbirinden ayrı artık. Oysa biz o gün bir salyangoz zerafetiyle birbirimize sarılıp, uzunca bir süre öyle kalakalmıştık.

18.2.10

I'm here

Ahşap bir bina... Sanırım binanın üst katlarından alt katlarına inmeye çalışıyorum ama zaman zaman bulunduğum yüksekliği anlamak olanaksız. Bazen alt kattayken kendimi aşağı inerek üst kata çıkmış buluyorum bazen de tam tersi. Her kapıda kapıyı açmaya yarayan ayrı bir mekanizma var. İki kişi olarak ulaşmamız gereken yere doğru ilerliyoruz. Etrafta başka yerlere ulaşmaya çalışan insanlar da var, bazen kapılarda karşılaşıyoruz. Kapıların mekanizmalarını çözme görevi bende. Kapılar daha doğrusu kapı olduğunu varsaydığımız duvarlar bazen enine bazen boyuna açılıyor, bazen de bambaşka bir mekanizmayı çalıştırarak odanın ters köşesinde açılıyor. Mekanizmalar genelde çarklar ve iplerden oluşuyor. İpler yağlı ve kirli, çarklar yer yer dökülmüş olsa da genellikle göz alıcı bir mavi ile boyalı.
Sonunda en alt kattayız ve bahçeye çıkacağız. Bizden önce kapıyı açıp dışarı çıkan gruptan görebildiğimiz kadarıyla bahçede bir parti var. Kapıya geldiğimizde düzeneği açmakta zorlanıyorum, kısa bir süre için de olsa azıcık aralayabiliyorum. O ince uzun aralıktan görebildiğim yüksek beyaz duvarlar ile çevrili bir avlu. Bir sürü çarkı ve ipi ilginç şekillerde birleştirdikten sonra tahmin ettiğimin tam tersi yönde açılan kapıdan bahçeye çıkıyoruz. Avluda tahta ve dev bir ahşap tekerleği masa olarak kullanan bir grup insan var, kimisini tanıyoruz. Hatta bir tanesi bizi partiye davet edenlerden. Esas bahçeye doğru devam ediyoruz. Hava güneşli ama yüksek beyaz duvarlardan dolayı avlu gölge ve serin. Büyük bahçede yerler, ağaç dallarından geçen ışık hüzmelerinin aydınlattığı çimenlerle kaplı, köşede bir havuz var. Havuza doğru ilerliyoruz. Arkadaşıma beni havuza itmesi için yalvarıyorum zira bir şekilde kıyafetlerle o havuza girmenin başka yolu yokmuş gibi geliyor. Ya yanlışlıkla düşmüş gibi yapmam lazım ya da birinin beni itmesi... Havuzun suyu sıcak ama asla ısıtılmış gibi değil. İçinde çiftler yüzüyor. Suyun yüzeyinde kıyafetleri ile sırt üstü, gökyüzüne baka baka çift halinde, yüzmek de denmez de sakin sakin su üzerinde salınıyorlar. Eleleler. Bu duruma biraz sinirleniyorum. Uzun süre sanki havuza girmeye direniyormuş gibi numara yapıyorum. En sonunda beni havuza atmaya çalışan arkadaşım muhabbetinden çok sıkıldığım bir çocuğu yanımıza çağırmakla beni tehdit ediyor. Hatta çağırıyor. Daha fazla direnmiyorum, hatta kendi kendime atlıyorum.

Havuzda dipteyim ve herşey muhteşem görünüyor. Nefesim sanki hiç bitmeyecekmiş gibi, hatta sanki su altında nefes alabiliyorum. Dipten; uzun saçların, gömleklerin su yüzeyinde dalgalandığı, çiftlerin salınımlarının ve su yüzeyine çarpan güneş ışıkların oluşturduğu mavimtrak manazarayı hayran hayran seyrediyorum. Uzun süre dipte dolanıyorum. Kendi saçlarımın su altında dalgalanmasını seyrediyorum. Üzerimde mavi beyaz kırmızı kareli bir gömlek var. Sonra bir köşeden su yüzeyine çıkıyorum ve arkadaşlarımı o köşede muhabbet ederken buluyorum. Konuşmaya katılıyorum. Havuzun köşesinde, hemen önümde duran lacivert, beyaza yakın sarı-yeşil minik ahtapot dikkatimi çekiyor. Havuzun suyu yavaş yavaş boşalırken ahtapot büyüyor. Sekizden fazla bacağı var ve çok inceler. Dokunuyorum. O da bana dokunuyor. Bacakların nazik ve zarif hareketlerini hipnotize olmuşçasına hayran hayran seyre dalıyorum.

14.2.10

Misery is butterfly

I was happy in the haze of a drunken hour
But heaven knows I'm miserable now
I was looking for a job, and then I found a job
And heaven knows I'm miserable now
In my life
Why do I give valuable time
To people who don't care if I live or die ?
Two lovers entwined pass me by
And heaven knows I'm miserable now
What she asked of me at the end of the day
Caligula would have blushed
"You've been in the house too long" she said
And I (naturally) fled
In my life
Why do I smile
At people who I'd much rather kick in the eye ?

12.2.10

Hancı!

Enses requirimus saevos nos,
nos ferrei reges servi fati,
morta ex terra mortiferra tela
in hostes bello ad moventes.
Equos frenamus furentes
Capi ta superba quatientes
mortem hostibus et luctem date
acrem di manes sternadis.
Ave Nevis, ave ferrum,
Ave tela, ave cruor
Ave pugna, ave moritur.
Skylon!

7.2.10

beklenti, hüküm, endişe

Zencefil turşusu ile beslenen kuzuyu 9 parçaya ayırarak küflenmeye bırakırsak ne olur? Tırnaklarımı şöminenin duvarına geçirerek uydurduğum bir çeşit mors alfebesi, ulvi olan ile kaderimi yakınlaştırıyor. Yalnız, çıkan sesler balıklarımı öldürdü. Akvaryumda şimdi sadece kof cevizler ve parçalanmış bir koltuk yüzüyor. Aslan, derenin karşı kıyısında ölen eşi için ağıt yakıyor. Sadece güneş batarken görünür olan kızıllık, aslan için bir kamufulaj. Merdivenin tepesinde duran ve bozulmamak için kapağı açık duran dolap kapağı ise kanatlarındaki beyazların parlayarak göz kamaştırdığı, süzme bir çığlıkla savaşa giden kocaman baykuşun arkasından kapandı. Kırmızı ile boyanan dudaklar badem dolu çekmeceyi açmayı başardığında şapkalardan fırlayan psikiyatrik ilaçlar ortalığı sakinleştirmek için çalışmaya başladılar. Saçlarım gıcırdayarak uzarken taksi ile bana layık olabilecek bir çam ağacı arayışı içindeydim, akabinde taksiden inerek çamlara doğru koşmaya başladım. Bir paketle beraber elime aynı anda ulaşan telgraftan, daireler çizen mandalina salyangozlarının dünya üzerindeki tüm balık pullarını ele geçirdiklerini öğrendim. Elimde olmayan nedenlerle tepsi içinde bana sunulan mısır tarlaları rüyamda bir galaksi dolusu karpuza dönüştü. Çaydanlık, üç sene önce göçebelerin siyah bulutlar altında kurdukları kamp alanında demledikleri çay ile dolu hala. Su ısıttığım telefon, paten kayan denizanlarının dev bacaklarına dolanmış olmalı. Alkış sesleri arasında eksilerle artılar durmadan birbirini götürüyor. Platin bir sarı yüzünden daralan görüş alanında sevişen lemurların, yarıkürenin tamamlayıcısı olan kafatası ile beraber verdikleri ilanda; herşeyin yakılacağı ve geriye kalan gri küllerle kesif kokunun danslarından çıkan zekanın parıltıları ile kör olunacağı detaylarıyla açıklanıyordu.

21.1.10

on/off

Gece her zamanki gibi üstüme üstüme geliyor. Az sonra yatıp uyumam gerekecek, nefret ediyorum. Aklıma yine kim bilir ne zaman duyduğum hikayeler, kendi kendime uydurduğum sahneler, başkalarının kabusları geliyor. Kendime acilen bir meşgale bulmam lazım yoksa yine uykusuz bir gece var önümde. Kitap okuyamam, seslere dikkat kesilir, okuduğumdan anlamam. Okuduğumdan anlamam halinde ise karanlık korkumu besleyecek yeni sahneler uydururum. Televizyon izleyemem; ya bir anda kapanırsa, elektrikler kesilirse, ya da bir gölge görürsem ekranda...Bilge'nin gelmesine daha çok var, çoğu gece onun kapıyı açtığını duymadan uykuya dalamıyorum. Bu da genellikle sabah oluyor. Garip ya da duymaktan korktuğum seslerden birini duyma olasılığına karşı radyoyu açıp Bilge'nin gelince kapatması için hol girişine koyuyorum. Arka planda kısık sesli bir müzik olsun yeter ama cızırtıya tahammülüm yok. O cızırtılar bir anda anlaşılabilir sözcüklere dönerse diye korkuyorum. Holün ışığını yanık bırakıp diğer ışıkları teker teker kapatarak odama doğru ilerliyorum. Banyoda olmaktan pek hoşlanmadığım için aynaya bakmadan hızla dişlerimi fırçalıyorum. Aklıma kanlı banyo hikayeleri geliyor. Dikkatimi fırçaladığım dişlere verip bir şarkı mırıldanarak aklıma gelen görüntüleri kovalamaya çalışıyorum. Ve yatağa girme ritüeli... Odanın ışığını kapatıp hızlıca gece lambasını açıyorum. Düşünmeye fazla vakit bırakmadan yatağa giriyorum. Tavana bakamıyorum, cama bakamıyorum, gözlerimi bir kaç saniyeden fazla kapalı tutamıyorum.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kapı tıkırdıyor. Herhalde Bilge geldi. Sonunda uyuyabileceğim. Ama bir terslik var sanki. Her zamanki yerinde olan radyoya ayağı çarptı, radyo devrildi. O kocaman anahtarlığın sesini de duymadım. Bu başka biri olmalı, hırsız? Adımlarını duyuyorum. Odaya yaklaşıyor. Gözlerim açık, etraf karanlık ama pencereden gelen ışıkla odayı net bir şekilde görüyorum. Ama benim gece lambam açık değil miydi?

Uyandım. Yatakta doğruldum. "Yine kabus. Yine kabus." diye söylene söylene odaya bakıyorum; herşey yerli yerinde. Bilge daha gelmemiş... Kapı tıkırdıyor. İçeri birisi giriyor, pür dikkat dinliyorum. Radyo devrilmedi ama yine anahtarlık sesi yok... Odaya yaklaşıyor. Yattığım yerde dondum kaldım. Kıpırdayamıyorum. Ama ben yatakta doğrulmuştum?

Kabus devam ediyor demek ki. Bunları düşünebildiğime göre de karabasandayım ama ses nerde? O an karabasanın sesini duyuyorum, o tiz perdeden sinyal sesi... Ayaklarımı oynatmaya çalışıyorum, olmuyor. Sanki kıpırdayabiliyorum, ama o zaman neden uyanamıyorum? Gözlerimi aralayabildiğim o nadir anlarda odayı görebiliyorum. Karanlık. Ama karabasandaysam gözlerimi aralayamam, demek kabus da devam ediyor. Adam odamda, ben kıpırdayamıyorum. Sesim çıkmıyor. Adam yanıma yaklaşırken el parmalarımdan birini hafifçe kıpırdatmayı başarıp yataktan fırlıyorum. Adam yok, oda normal, kabim yerinden çıkacak.

Ve kapı tıkırdıyor, radyo devrilmiyor, anahtar şıkırtısı geliyor. İçim rahat. Ama benim yatağım burda mıydı? Kafamı çevirince direk koridoru görüyorum, koridor karanlık. Bir gölge var orda ve Bilge'nin değil. Ayağa kalkıp odanın kapısını kapatmak üzere hamle yapıyorum. O sırada gölge de hızla kapıya doğru hamle yapıyor ama radyonun kordonuna takılıp yere kapaklanıyor.

Ve uyanıyorum. Ufak bir çığlık çıkıyor ağzımdan. Herşey normal gibi. Bir oh çekip yeniden yatağa yatıryorum ve karabasan sesi. Karabasana girmeden çıkmaya çalışıyorum, bilen bilir dünyanın en zor ve güç gerektiren işidir. Çıkamıyorum. Aklımdan yine milyonlarca hikaye geçiyor; kanlı, canavarlı, tekinsiz, yeşilli, uğursuz... Kalbim yerinden fırlayacak. Sanırım bu sefer öleceğim. Çıkamıyorum. Uğraşıyorum, uğraşıyorum... Ellerim, ayaklarım taş kesilmiş; vücudum yatağa yapışmış, başım sanki görmem gerekenler varmış gibi duvar olmayan tarafa dönük, gözlerim hafif aralık. Kıpırdayamıyorum.

Ve bir anda çıkıyorum. Bu sefer avazım çıktığı kadar bağırdım. Daha doğrusu bağırdığımı sandım ama sesim pek çıkmadı. Herşey yine normal, yüzüm kapıya dönük bir ses gelmesini bekliyorum. Radyoda çalan şarkıyı duyuyorum. Ses gelmiyor. Yüzümü önüme döndüğümde onunla karşılaşıyorum. Masamın ucunda oturan birisi var. Yüzü tanıdık, hiç korkmayacağım birisinin yüzü. Ama üzerinde siyah bir pelerin var. Pelerinin kırmızı astarından yüzüne bir ışık yansıyor. Hiç tekin değil.
-Alper sen misin?
Ses yok.
-Ne işin var burda?
Gözlerini dikmiş bana bakıyor. O soruları sorabildiğimden bile emin değilim artık. Cevap vermesine zaten gerek yok. Suratına bakıyorum. Odaya kaçamak bakışlarla göz gezdiriyorum; herşey normal, herşey gerçek. Aklıma klasik ışık kapatıp açma numarası geliyor; hani rüyadaysan ışıkları açıp kapatamazmışsın ya... Elimi lambaya atıyorum, ışığı kapatıp açıyorum. Kapatıp açıyorum. Alper ya da her kimse o hala orda.
-Her şey bitti mi sanmıştın? diyor ya da dediğini zannediyorum. Dudaklarının kıpırdadığını görmedim. Kalın, derin bir ses.

Panik halinde ışığı kapatıp açamaya devam ediyorum ve farkediyorum ki açı yanlış. Kendimi görüyorum. Onun durduğu yerden bakınca görmem gereken açı ile kendimi görüyorum. Lamba benim lambam değil. Lambam öyle açılıp kapanmıyor.

Ve uyanıyorum.

Uzun süre bu sefer ne olacak diye bekledim. Duvara yumruk attım, canım acıdı ama yine de emin olamadım. Ayağa kalktım, salona giderken ışıkları tek tek yaktım. Radyoda hala saçma sapan bir şeyler çalıyordu. Cızırtı duymayı kaldıramayacaktım, kapattım. Televizyonu açtım.

4.1.10

Patlamış mısır

Sözüm meclisten dışarı dostlar
Bugünlerde kendimi hıyar gibi hissediyorum
Hani dilim dilim doğrasalar beni
Marmara, Ege, Karadeniz ve hatta Akdeniz cacık olur diyorum.

2.1.10

ON CATS:

Having a bunch of cats around is good. If you're feeling bad, you just look at the cats, you'll feel better, because they know that everything is, just as it is. There's nothing to get excited about. They just know. They're saviors. The more cats you have, the longer you live. If you have a hundred cats, you'll live ten times longer than if you have ten. Someday this will be discovered, and people will have a thousand cats and live forever. It's truly ridiculous.