13.12.12

kalpteki

kahvenin önünden şöyle salınıp geçerken
hayat duruldu sanki zamana değmeden
bulaşır neşesi,konuşup söylerken
dağılırdı gam keder insanın kalbinde

mahallenin sevgilisi
kadeh gibi çınlar sesi
yaz kış acık penceresi
ah, Sabahat abla
patiskadan perdeleri
rüzgar taşır etekleri
saksıları çiçekleri
ah, kokuyor hala

camlarına vururken batan güneşin rengi
radyoda incesaz söyler kalptekini
ne ruhun esrarı ne aşkın kudreti
herkes öder gün gelir hayırına düşeni

mahallenin afliisi
siyah meşinden ceketi
yara gibi gülümserdi
ah, Eşref abi

rakıyı susuz içerdi
sabahat ablayı sevdi
ortalığı duman etti
ah, Eşref abi

ikiside sahipsizdi kimse bilmez neden bitti

kavuşmadan kaderleri bu şarkı bitti...

12.12.12

Efsaneperdaz

İhtiyarlar şöyle der: "Neden bir tane! On tane alın!"

Bir gün biz de ihtiyarlayacağız Çetin. Zembereğimiz boşalacak. İçimizde bakılacak, araştırılacak bir şey kalmayacak. Biz sadece biz olacağız, "ümitsizce kendimiz" olacağız. Hastane binalarına hayranlıkla bakacağız: "Buranın kardiyoloji servisi iyiymiş diyorlar." İlaçlarımızı plastik bir margarin kutusuna koyup yanımızda taşıyacağız. Şehirde yapamayacağız artık Çetin, binalardan ve otomobillerden usanacağız. Ankara'dan ayrılacağız. Şehrimizden... Herşeyi satıp savıp deniz kıyısında bahçeli bir eve yerleşeceğiz. Bütün paralı şehirlilerin, sürükleyip getirdikleri maddi güvencelerle birlikte döküldükleri bu hayal-denize, ne yazık ki biz de döküleceğiz. Ağaçlarla ilgileneceğiz, bitkilerle ve onlara iyi gelecek şeylerle: Işıklarıyla, su gereksinmeleriyle ve böcek ilaçlarıyla... Dış dünyanın bilgisiyle meşgul olacağız. Ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, balıklara isimleriyle sesleneceğiz. Şehirde, doğanın bizi yalnızca bir ceset olarak kabul edeceğini düşünürken, orada, deniz kıyısında doğaya aitmiş gibi hissedeceğiz kendimizi. Çıplaklığımızı seveceğiz. En önemli sistemlerin sindirim ve boşaltım sistemleri olduğu konusunda coşkulu bir biçimde hemfikir olacağız ve pekliğe iyi geldiğini bildiğimiz otları kurusun diye ters çevirip savyanın tavanına asacağız.

Sen sormadan  söyleyeyim, balık da tutacağız Çetin. Küçük bir motorla sabahları pata pata pata balığa çıkacağız. Tatile gelen genç, hevesli oltacıların "Burada ne balığı çıkar?" sorusuna, birbirimize bakıp, "Say, aklına gelen bütün balıkları say, hepsi çıkar!" diye yanıt vereceğiz.

Kışları, kıyı tenhalaştığında, sandalyelerimizi ılgınların altına koyup denizi seyredeceğiz. Geçmişten konuşacağız. Bütün yaşadıklarımızı bıkmadan, usanmadan ve artık utanmadan hatırlayacağız. Deniz azacak burnumuzun dibine kadar gelecek. Hırkalarımıza iyice sarınacağız. Bedenlerimiz, olan biteni kabullenmemize olanak tanıyacak bir hızla çevikliğini, gücünü, dayanıklılığını yitirmiş olacak.

Hayatı, büyük çaresizliğimizi, nihayet anladığımızı düşüneceğiz. İçimizde bilmediğimiz bir şeylere isyan etme isteği doğacak.

Sonra yine bahar gelecek, yaz gelecek. Tekrar eden şeyler bizi tekrar tekrar sevindirecek.

Bir gün başlarımızda şapkalarımızla bahçede çalışırken, genç bir kadın duvarın ardından çekinerek seslenip, tek bir kökten mor, kırmızı, siyah ve sarı biberler veren süs biberlerinden bir tane koparıp koparamayacağını soracak. Sen ya da ben (Ne farkeder!) şapkamızı çıkaracağız, başımızı kaşıyacağız ve yumuşak, kur yapar bir edayla, "Neden bir tane! On tane alın!" diyeceğiz.

25.5.12

Ah!

tuti-i mu’cize-guyem ne desem laf değil
çerh ile söyleşemem ayinesi saf değil

ehl-i dildir diyemem sinesi saf olmayana
ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil

yine endişe bilür kadr-i dür-i güfarım
rüzgar ise deni dehr ise sarraf değil

girdi miftah-i der-igenc-i maani elime
aleme bezl-i güher eylesem itlaf değil

levh-i mahfuz-i sühandir dil-i pak-i nef’i

tab’-i yaran gibi dükkançe-i sahhaf değil

oturup içeceksin!

Bırakamam seni ben
Yanımdan gidemezsin
Seviyorsan benimle
Oturup içeceksin

Uzaklarda aramam çünkü sen içimdesin
Taht kurmuşsun kalbime en güzel yerimdesin

Her an seni canımda ruhumda duyuyorum
Aşkınla sarhoşum ben çılgınca seviyorum

Artık anmak istemem
Ayrılığın adını
Seninle alabildim
Mutluluğun tadını

Ayrılığın yükünü kaldırıp taşıyamam

Dünyaları verseler ben sensiz yaşayamam

3.2.12

3 de yetmez 5 tane

Half a bee, philosophically,
Must, ipso facto, half not be.
But half the bee has got to be
Vis-à-vis, its entity. D'you see?

But can a bee be said to be
Or not to be an entire bee
When half the bee is not a bee
Due to some ancient injury?

La dee dee, one two three,
Eric the half a bee.
A B C D E F G,
Eric the half a bee.

Is this wretched demi-bee,
Half-asleep upon my knee,
Some freak from a menagerie?
No! It's Eric the half a bee!

Fiddle de dum, Fiddle de dee,
Eric the half a bee.
Ho ho ho, tee hee hee,
Eric the half a bee.

I love this hive, employee-ee,
Bisected accidentally,
One summer afternoon by me,
I love him carnally.

He loves him carnally,
Semi-carnally.
The end.

Cyril Connelly?
No; semi-carnally!
Oh.

Cyril Connelly. 

2.2.12

eğer sen yoksan kafam olmasın

Ben insan değil miyim?
Ben kulun değil miyim?
Tanrım, dünyaya beni sen attın
Çile çektirdin, derman arattın.

Madem unutacaktın, beni neden yarattın?
Ben de mutlu olmak istemez miydim,
Şu yalancı dünyada?

Yüce adalet böyle olur mu?
Tanrı kulunu hiç unutur mu?
Ben de gülmek isterim.
Ben de sevmek isterim.
Beni sen kullarına oyuncak mı yarattın?

Az

Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

25.1.12

"Fakat Müzeyyen, bu derin bir tutku." dedim. Tırsmaya başlamıştım. Haklı olabilirdi.

"Sen o elmayı geri ver, " diyecekti aynı zat, "çürüteceksin. "

Bu söz beni elmas uçlardan beter çizebilirdi. Gölgeler arasında gölgeler görebilirdim. Bir sansar otları hışırdatırdı. Annem bana gerçekleri kabul etmesini, hayat ise onlardan kaçmasını öğretmiş olabilirdi. "Al bu elmayı Nezahat" diyebilirdim, "sende bu ad oldukça istersen sıfır numara kel, istersen at kuyruklu olurum. İnce bıyıklı tek dişi altın olurum. Meftun olurum, meczup olurum. Uzaklara bakarım, çıtımı çıkarmam. Nasıl söyleyeceğimi bilmem susarım. Susmak üzerine konuşmak gerekse, beni çağırırlar, oturur susarım. Dolmabahçe saat kulesiyle, Çırağan Sarayı ile konuşurum. Duvarlara yazılar yazarım gizli gizli: 'Albayım beni Nezahat ile evlendir.' Sülüs yazarım, kûfi yazarım, Latin yazarım. Gotik yazamam. Yağ satarım, bal satarım, ustamı öldürür ben satarım. Yemeden içmeden kesilir, alık olurum. Adımı sorsan duymaz olurum. Kötü olurum, iyi olmam Nezahat. Ya bu adı değiştir ya da al bu elmayı. Bende sevdiklerince terk edilme endişesi, kafayı yemeye meyyal haller var. Al bu elmayı Nezahat. Yüzünde göz izi var."