10.4.14

07:35:46

Yüzünün çevresinde dolaşan parmaklar dudak kenarında bir duraksadılar, anlardan an beğenen hafıza geçilen ara kapıları getirdi önüne. Daha o sabah benzer bir günü onunla da geçirmeyi dilemişti. Yine aynı soruyu sormuştu karanlıkta, “Ne yapmamı istersin?” 21 gün önce sorulan aynı soruyu binlerce defa düşünmüştü de verilebilecek cevapları hiç düşünmemişti. Kıyafet uygunsuzluğunun sürüklediği alkol dolu gecenin sonunda “bakamamak” da ne oluyor! Tek yapabildiği öpmek, öpmek. Binadan acele ile çıkışını, yanına vardığında sarılıp koklayışını hatırlamakla yumrukları arasında bir korelasyon olmalı. O an bir takım kas gruplarını harekete geçiriyor ve kendini yumruklarını sıkarken buluyor. Sabah sabah, bir ceza gibi uyandırmaya çalışmalar, saatlerimiz 07:35:43’ü gösteriyor. Saniyeleri de sayar oldum. Boynundaki zinciriyle birlikte atan o nabız, sayımda büyük bir yer oynuyor. 07:35:44, 07:35:46…

Güzel bir gündüz ile başlayan günün bitmeye yaklaştığı o saatlerde unutulan bir anahtarın kapağını açtığı acele ile bitirilen bir bira. Üzerime çizilecek yeni eğrilerin hayali, kalbim atıyor. Mekan değişikliği, mekanlar değişikliği. Duvarları eski tuğla kaplı güzel kokan dükkanda şimdi yumuşak ayak parmak uçlarını düşünüyor. Ondan uzun olduğu tek anı ona sarılarak geçirmeyi tercih etmiş olması ve bir de kapıdan çıkmadan önce o son sarılışı. Sarmaşıklar. Kapanan kapı ardından kapanan gözler. Bir kez daha şaşırarak dönüp yan yastığa ve üzeride yatana bakmanın verdiği his normal şartlar altında eşittir dalgaların çekilirken çıkarttığı kıtır kıtır ses. Dışarıda serin hava ve ben onu gözlerini açmaya zorluyorum. 21 gün önce sipariş edilen, harmonik salınımlarla ulaşılan boş evin bir odasında 37-46 dansının devamını izliyoruz. Binlerce saniyem kayıp, hatırlayamıyorum (işte burada küfür etmenin tam sırası) Dallarla kaplı koca bir pencereye uyanılan o anda, saliseli göz kırpışlarının arasında karanlıkta açılan bir çift gözün manzarası. Sonrası çiçek, sonrası çiçeklerden bir düet.

Parmak uçlarımı gıdıklayan sakallar, bu anı unutmak istemiyorum ama sormadan da edemiyorum, ben seni hiç ayık göremeyecek miyim? Vedasında pencereden sarkarken yüzümü kapatan kıvıcıklar, az önce karşımızda şimdi karşımda olan bir kule, vakti gelen zaman. Elimi tuttuğu an akımının ve günün sabahında soğuk denizin sularına soktuğum ayaklarımdan iletilen enerjinin, üzerimize akan su ile vücutlara geri dönüşü, titreyen eller. Sarılmak (21 gün sonra), çalan telefon (8 gün sonra), öldürecek bir beni mi buldun? Öyle gülme çocuk, kafanı önüne eğerek, gözlerini kapatarak, öyle tatlı gülme çocuk! Denize açılan pencere önünde içilen sigaraların dumanı, yoluna saçlarımdan başlayıp omzumdan aşağıya doğru yolculuğuna devam eden su damlası, bunları hep yola delalet. Zaten açık ve bana bakan iki göz, çığlık atmak istiyorum. Ağaçlarla kaplı yolda denize yapılan yolculuk yazılmıştı, odada olmadığı o bir kaç saniye tavana bakarak şükrettim. Eşşek arıları tarafınfan sokulacak dilin ettiği kelamlar ne ılık su ne de alınan derin nefeslerle hoş görülebilir. Tamamen aptallık, tamamen armutluk. Uzun boyunu farkedip ne kadar çok anı kaçırdığına hayıflanmalar, uyumalar, uyanmalar. Halbuki nasıl ve hangi arada dalındığı bilinmeyen ani uykudan önce cevabım “herşeyi” olmuştu. Sokak köşesinde elimde titreyen telefona bakarken nerden bilirdim ki minik parmaklarımı ertesi gün gri dalgalı denize bakan adamın ayakları altına saklayacağımı? Manzarının keyfini sürmek (üstte) diye birşey vardı değil mi, evet var. Çimlere yatıyor olsak bile ağrımaz o kol. Taksinin peşinde elele koşsak bile. Geçme. Sence geçer miyim? Bilmem, geçer misin? Dikkatlice beni izlediğini biliyordum ve buna rağmen hiç bir adımı değiştirmedim, lenslerimi çıkarttım, dişlerimi fırçaladım. Yani galiba. Hatırlamıyorum. Armut! Yerden gözlerimi kaldıramadığım o saniyelerde görüş alanımda ince uzun bacaklar, ben hipnotize. Saçlarıma özenle yerleştirdiğim deniz kokusu artık yok, kurulanma seansındayız.

Göğsüne bir hipopotam gibi çöktüm. Nefes. Aklıma dönüp arkaya baktığın o kordinatları yazdım. Hindistan cevizi kokusu (aklında bıraktığımı umduğum bir diğer koku) Ayrıca kol benim, ağrı benim, sana ne? (Bunu da söyledim, ah tam dayaklık) Bütün o günler boyunca, hele ki top oynayanları seyrederken, çatalımı batırdığım ahtapotu ağzıma götürürken, hep diledim, hep diledim. Hadi kalk! Saçlarım kıvırcık. Ortam karanlıktı ve ben seni arıyordum. Hediye gibi geldin, hoşgeldin.


No comments: