6.7.07

Dandini & Dastana

Eski zamanlarda bir padişah vardı. Bu padişah ülke halkının kendisi için ne düşündüğünü merak etti. Kılık değiştirip yoksul bir derviş olarak yollara düştü. Çarşı pazarı dolaştı. Hanlarda kaldı. Kahvelere girdi çıktı. Varlıklılardan yardım istedi. Kimi bir dilim ekmek verdi. Kimi kapısından kovdu. Yoksulların evlerine konuk oldu. Ekmeklerini, yataklarını bölüştüler. Kısacası iyi insanlarla da kötü insanlarla da karşılaştı. Hepsine padişahtan ne isteyip istemediklerini sordu. Görüp işittiği karşılıklara göre neyi eğri neyi doğru yaptığını öğrendi. Ona göre davranmaya karar verdi.

Gel gör ki işini bitirip başkente, sarayına dönerken gece bastırmıştı. Bu kılıkta gece yarısı saraya giderse nöbetçilere derdini anlatamayacağını, onu tanımayacaklarını düşündü."Sabah ola işim aydın ola" deyip ışık yandığını gördüğü ilk evin kapısını çalmaya karar verdi. Aksi gibi herkes yatıp uyuduğundan hiçbir evde ışık yanmıyordu. Kent koyu bir karanlığa bürünmüştü. Sonunda uzakta pırpır eden bir lamba ışığı gördü. Işığa doğru yürüdü. Işık kentin kenar mahallelerinden birindeki küçücük bir kulübeden sızıyordu.

Önce pencereye sokulup içerde ne yaptıklarına baktı. Yoksul kulübenin küçücük odasında üç kız oturmuş nakış işliyordu. Üçe de birbirinin benzeriydi. Yalnız başlarına yaşadıkları anlaşılan bu üç kız kardeşin evlerinde kalamayacağı belli olmuştu. Kapılarını çalmaktan caydı."Bari neler konuştuklarını dinleyeyim, onlardan da bir şeyler öğrenirim" diyerek kulağını pencereye yaklaştırdı.

Kızlar bir yandan nakış işliyor bir yandan konuşuyorlardı. Padişah iyice kulak kesildi. Büyük kız iğnesinin ipliğini geçirirken,

—Bana bakın kızlar, dedi. Açlıktan karnım gurulduyor. Nakışlar sabaha yetişmezse kursağımıza bir lokma ekmek gireceği yok. Hadi davranın biraz.

Bir an için sustu. Sonra gülerek sürdürdü konuşmasını:

-Amaaannn boş verin, sıkıntımdan böyle konuşuyorum. Yoksulluktan bıktım da ondan. Asıl ne düşünüyorum biliyor musunuz? Diyorum ki: padişah bu durumumu bilse beni ekmekçisine alsa hiç değilse doya doya ekmek yerim.

Öteden ortanca söze karıştı:

—Haklısın abla! Padişah bilse, beni gelip aşçısına alsa hiç değilse bol bol yemek yerdim.

Bu sözler karşısında padişahın gözleri yaşardı."Demek yoksulunda yoksulu varmış. Yazık zavallılara"diye acıdı kızlara.

Tam bu sırada en küçükleri iki ablasını küçümseyen gözlerle süzdükten sonra şöyle dedi:

—Sizin boğazınızdan başka bir şey düşündüğünüz yok. Ben yoksul bir kızım ama çok şükür gönlüm zengin. Ekmekçiyle aşçı da kim oluyormuş. Padişah gelip beni istese önümde eğilip ayakkabılarımı ayağıma giydirmedikten sonra dünyada varmam ona.

Padişah küçük kızın bu sözlerine çok öfkelendi.

—Yarın görürsün sen pabucu kim kime giydirecek diye söylenerek ayrıldı oradan. Ayrılmadan önce de evin kapısına bir çarpı işareti koydu.

Gün ışımaya başlayınca saraya döndü. Üstündeki derviş giysilerini çıkarmayı bile beklemeden veziri çağırdı. Vezir padişahın döndüğüne mi sevinsin, sabah sabah tatlı uykusundan uyandırıldığına mı yansın bilemedi. Koşarak geldi. Padişahın yüzü asıktı.

—Tez kolcular yola çıkarılsın. Kente yayılsınlar. Kapısı kırmızı çarpı işaretli evi bulsunlar. Orda yaşayan üç nakışçı kız kardeşi alıp getirsinler. Üçünü birlikte isterim.

Vezir üç yoksul kızın apar topar saraya getirilmesine bir anlam veremedi. İşin ucunda iyilik mi vardı, kötülük mü bilemedi.

—Buyruğunuz yerine getirilecektir diyerek çıktı

Aradan iki saat geçmeden padişah giyinip taht odasına geçti. Sarayın ileri gelenlerini topladı. Tahtın bir başına veziri diğer başına da kız kardeşi oturdu. O sırada kolcular üç kız kardeşi getirmişlerdi. Hemen padişahın önüne çıkardılar. Büyükle ortanca korkudan tir tir titriyordu, yüzleri sapsarıydı. Küçük ise tam bir aldırmazlık içinde gülümseyerek kadife perdelere, ipek koltuklara, tavandan sarkan billur avizeye bakıyordu. Padişah önce büyük kıza sordu:

—Söyle bakalım sen akşam padişahından ne istedin?

Büyük kız korkudan kekeleyerek:

—Ben, dedi. Padişah beni ekmekçisine alsa hiç değilse doya doya ekmek yerim dedim

Padişah güldü:

—İsteğini kabul ettim kızım, dedi.

Sonra halayıklara döndü:

—Bu kızı alın giydirin süsleyin sonrada ekmekçi başıyla nişanlayın

İki halayık büyük kızı alıp götürdü. Padişah bu sefer ortanca kıza sordu:

—Sen söyle bakalım akşam padişahından sen ne istedin?

Ortanca kız da korkudan kem küm ederek:

—Ben dedi. Ben de dedim ki: padişah beni aşçısına alsa hiç değilse bol bol yemek yerim.

Padişah gene güldü

—seni aşçıbaşına alıyorum. Halayıklar seni de giydirip süslesinler sonra da aşçıbaşıyla nişanlasınlar.

İki halayık ortanca kızı da alıp götürdü. Küçük kız ortada yalnız kalmıştı. Ama kendinden emindi. Gene aldırışsızlıkla etrafı süzüyordu. Padişah alaycı bir sesle sordu:

—Şimdi sıra sende küçük hanım senin akşam ne dediğin aklında mı?

Küçük kız gülerek:

—A elbette aklımda, dedi ben de onlar gibi yoksulum ama benim gönlüm ablamlarınki gibi alçaklara konmaz yükseklerden uçar. Onun için ekmekçiyle aşçı da kim oluyormuş dedim. Padişah beni almak istese önümde eğilip ayakkabılarımı ayağıma giydirmedikten sonra ona varmam dedim. Tam tamına böyle dedim.

Padişah kızın pişman olup akşam evde söylediklerini burada yalanlar sanıyordu. O zaman onu bağışlamayı düşünmüştü. Oysaki o aynı sözleri üstüne basa basa söylemekten korkmuyordu. Çok kızdı buna:

—Yakalayın şunu! diye bağırdı.

Kollukçular iki kolundan sıkıca tuttular. Kız silkinmek istediyse de yararı olmadı. Padişah ayağa kalkıp:

—Boynu vurulsun! dedi.

Bu buyruk üzerine kızın kılı bile kıpırdamadı. Başını birden kaldırıp padişaha şöyle bir baktı. Sonra hiç bir şey olmamışçasına ablalarının halayıkların kolunda nişanlanmaya gidişleri gibi gülümseyerek kollukçuların arasında yürüdü. Salondaki herkes donup kalmıştı. Kızın güzelliği, korkusuzluğu hepsini büyülemişti. Padişahın kız kardeşi de kıza çok acımıştı. Kızın güzelliğine gerçekten diyecek yoktu. Bir bakan bir daha bakmak istiyordu. Padişah da tedirgindi. Kız kardeşi bunu fırsat bildi. Kardeşinin kulağına eğildi:

—Sevgili ağabeyim dedi. Bu güzel kızı bana bağışla kırk gün benim yanımda kalsın, bana hizmet etsin. Kırk gün sonra ben kendi ellerimle cellada teslim ederim.

Padişah kız kardeşinin bu isteğini kabul etti. Kollukçuları durdurdu. Kadın kızı alıp kendi dairesine götürdü.

Sarayın güzel bir bahçesi vardı. Bu bahçe de öbek öbek güller açardı… Her öbeğe ayrı renkte güller dikilmişti. Her birinin açma zamanı ayrıydı. O günlerde mor güllerin açma zamanıydı. Padişahın kız kardeşi kıza mor atlastan bir giysi giydirip onu mor güllerin açtığı bahçeye yolladı. Güneş yeni doğmuş mor goncaların üstünde sabah çiğleri inci taneleri gibi birikmişti. Kız güllere eş renkte mor giysisiyle güllerin arasında durdu. O sırada bahçıvan güllere bakmaya inmişti. Her sabahki gibi yaprakları ayıklayacak, toprağı çapalayacak, açmaları için su verecekti. Kız bahçıvanı görünce güllerin arasından seslendi:

—Bahçıvanbaşı bahçıvanbaşı padişah uyuyor mu?

Bahçıvan gül fidanlarından birinin toprağını kabartmak için eğildiği yerden başını kaldırmadan:

—Uyuyor dedi

O zaman kız:

—Uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun dedi.

Bunun üzerine bahçıvan başını kaldırdı. Bir de ne görsün, güllerin arasında onlarla aynı renkte peri gibi güzel bir kız duruyor. Sabah rüzgarları güllerle birlikte kızın giysisini mor mor dalgalandırıyor. Sanki güller rengini ondan almış. Güller kıza kız güllere karışmış. Bu şaşırtıcı güzellik karşında bahçıvanın aklı başından gitmiş. Olduğu yere yığılıp bayılmış.

Aradan bir kaç gün geçmiş. Padişah gül bahçesini dolaşmaya çıkmış. Bakmış bütün güller kurumuş, toprak susuzluktan çatlamış. Bu bahçıvana ne oldu diye bakınırken bahçıvanın kaldığı kulübeden gelen iniltileri duymuş. Oraya koşmuş bakmış bahçıvan yataklara serilmiş yatıyor, gözleri yarı kapalı. Padişah:

—Ne oldu sana böyle neden yatıyorsun, diye sormuş.

—Aman padişahım hiç sormayın. Mor güllerin açtığı gün bahçede mor giysili bir kız belirdi. " padişah uyuyor mu?"diye sordu bana. Ben de"uyuyor" dedim. O zaman kız "uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun"diyerek güllere karışıp yok oldu. Kızın güzelliğine dayanamadığım için bayıldım ben de. Günlerdir kendime gelemiyorum.

Padişah:

—Hadi oradan aptal herif! diye çıkıştı. Hiç öyle şey olur mu? Düş görmüşsün sen.

Bahçıvanı yatağından kaldırtıp işinin başına gönderdi.

Bir hafta sonra pembe güllerin açma vakti geldi. Padişahın kız kardeşi kıza pembe ipekliden bir giysi giydirip güneşin doğacağına yakın yine bahçeye gönderdi. Kız pembe giysilerin içinde pembe güllerin arasında durup:

—Bahçıvanbaşı bahçıvanbaşı padişah uyuyor mu? diye seslendi

Bahçıvan yerden başını kaldırmadan:

—Uyuyor dedi

O zaman kız:

—Uyusun uyansın da güllere boyansın, dokunduğum dallar kurusun dedi

Bahçıvan bu sözler üzerine kendine geldi. Başını kaldırıp baktı. Güllerin arasında yine o dünya güzeli kız pembe giysiler içinde karşısında duruyor. Sabah rüzgarı kızın giysisiyle açmakta olan gülleri pembe pembe dalgalandırıyor."kız mı güzel, güller mi, kızın pembeliği mi güllere vurmuş, güllerin pembeliğimi kıza…"derken hepsini birbirine karıştırıp düşüp bayılmış.

Bir kaç gün sonra padişah pembe gülleri görmek için bahçeye çıkmış. Güllerin hepsi kurumuş susuzluktan topraktan duman çıkıyormuş. Padişah bahçıvanın kulübesine gitmiş derhal. Bahçıvan bir hafta önceki gibi dalgın yatıyormuş.

Padişah kapıdan:

—Gene ne oldu diye bağırmış

Bahçıvan yattığı yerden doğrularak kesik kesik anlatmaya başlamış:

—İnanmazsınız ama o kız yine geldi. Pembelere bürünmüştü. Ben de dayanamadım bayıldım. Şimdi de hastayım. Bağışlayın efendimiz. Bana inanmıyorsanız bu hafta gülleri siz bekleyin.

O hafta ateş kırmızısı güller açacaktı. Padişahın kız kardeşi kıza aynı renkte kırmızı kadifeden bir giysi giydirdi.

—Bak dedi. Beni iyi dinle. Şimdi işimiz güçleşti. Bu sabah gülleri padişah bekleyecek. Seni kucağına alır saraya götürürken kapıda ayakkabılarını ayağından silkip atmayı unutma. Odasına getirdiğinde de camı yumruklayıp elini kanatırsın. O zaman sana sargı getirecek. Sen de ben bu sargıyı istemem incili mendilini isterim diyeceksin. Eline o mendili sardıracaksın. Sonra da ayakkabılarım aşağıda kaldı deyip onları isteyeceksin. Getirdiğinde ayakkabıları önüne koyacak ayakkabıların ikisini birden giydirmeden ne yap et kaç oradan ortadan yok ol gerisini bana bırak.

Kızı güneş doğarken bahçeye göndermiş. Güneş doğduğunda güllerden yansıyan ışıltıyla kızın yanakları al al olmuş. Bahçe aynı ışıltı içinde altın bir ayna gibi parlıyormuş.

Kız güllerin arasından

—Bahçıvanbaşı… demeye kalmadan padişah gizlendiği yerden fırlayıp kızı bileğinden yakalamış.

—Dur kaçma sakın diyerek kucağına almış

Bahçeyi geçip sarayın kapısına vardıklarında kız kapının önünde ayaklarını silkeleyip ayakkabılarını orda bırakmış. Padişah kız kucağında merdivenleri çıkmış. Padişahın odasına girerken kız camlı kapıya yumruğunu vurup bileğini kesmiş. Bunu gören padişah kızı hemen ipek sedirlerden birinin üzerine yatırmış kızın yaralanmasına çok üzülmüş saçlarını okşayarak

—Sakın kıpırdamayın yerinizden şimdi sargı getiriyorum diyerek çıkmış az sonra elinde sargıyla dönmüş şaşkın ve tedirginmiş kız sakin bir sesle konuşmuş

—O sargıyı istemem bileğime incili mendilinizi bağlayacaksanız yaramı sarmanıza razı olurum

Padişah:

—Emredin güzelim diyerek yerinden fırlayıp incili mendilini getirmiş. Yaranın sarılması işlemi bitince kız ağlayıp sızlamaya başlamış:

—Ne yapayım ben şimdi ayakkabılarımı aşağıda düşürmüşüm ya kayboldularsa ayakkabısız ne yaparım…

Padişah:

—Hemen getiririm diyerek aşağıya inmiş kızın ayakkabılarını alıp getirmiş önünde eğilerek ayakkabılarını giymesi için bırakmış kız

—Ayakkabılarımı siz giydirseniz diye yalvarmış

Padişah kızın incecik bileklerinden birini tutarak ayakkabılardan birini giydirmiş. İkincisini giydireceği sırada kurnaz kız boştaki ayağıyla padişahın göğsünden hafifçe itip yere yuvarlamış. Daha o yerinden doğrulmaya kalmadan kız pencereye sıçramış. Oradan pencerenin hemen altındaki balkona atlamış. Padişah pencerenin önüne geldiğinde kız çoktan kaybolmuş. Uçup gitmişmiş sanki.

O günden sonra padişah sararıp solmuş derdinden yataklara düşmüş. Kimse derman bulamamış.

Öte yandan kırk gün dolmuş kızın cellada teslim günü gelip çatmıştı. Padişahın kız kardeşi kızı süsleyip üzerine ak bir giysi giydirdi. Onu bir yatağa yatırarak kollarını göğsünde kavuşturdu. İncili mendile sarılı bileği üste getirdi. Sonra da kız alıp götürmeleri için cellatla padişahı odaya çağırdı. Cellat odaya girer girmez kızın saçlarına yapıştı. Saçından sürüyüp götürecekti hep öyle yapardı. Padişah kızın bileğine sarılı incili mendili görünce her şeyi anladı kızın güzelliğine de aklına da bir kez daha hayran oldu. Artık celladın bir işi kalmamıştı…

*Ninni yavrum bebeğime/Körler dolar göbeğine/Dandini vurma erkeğime/Dandini dandini dastana/Çıplak uzanmış dastana/Kız gelmiş anadan doğma/Yatacakları sırada/Danalar girmiş bostana/Dasdana’da bu hırs varken/Bostanda kızla yatarken/Bağırmış babası birden/‘kov bostancı danayı!’/Dasdana kızmış köpürmüş/Gitmiş Hartug’u öldürmüş/Danayı kovalarken gülmüş:/“Yemesin lahanayı”*

No comments: